Aşk, yaşamayanın bilmediği; yaşayanınsa çözemediği, başı sonsuz sonu başsız bir bitiştir adeta. Öyle bir bitiş ki belki sırrına varamadan ölüp gittiğimiz; belki de öldükten sonra sırrına varacağımız o  şahika gerçek. Yalandır sırrına vardım diyenlerin ettiği onca kelime. Çünkü aşk olmaz sır olmaktan çıkan her şey. Ve sır değildir aşktan öte herkesçe bilinirse bir şey. Herkesçe bilinen ama ne hikmetse kimliği bir türlü tarif edilemeyen şey.

Aşk, kimine göre lahuti bir varlıkta yok olup ebedi varoluşa ulaşmak; kimine göre de cismani bir yok oluşta var olamaya çalışmaktır. İlahi aşkı varan bilir, yaşayan bilir; lakin aşk denen şerareyi yalnızca kalıbına sevda beslediğini kalbine gömenler, Kerem Sahibi’nin kulu iken Kerem olup Aslı olamayan bir Leyla’ya mecnun misali köle olmaktan öteye gidemezler.

Ferhat misali, deldiği dağların yamacında oturup, kalbinde çizdiği ömürlük resimleri, aklından habersizce önüne perde ettiği gözleriyle birlikte kör olurlar. Hele ki kendini Yusuf zannedenler, herkesin bildiği kuyularda bulunup kimselerin bilmediği bir Züleyha’da kaybolurlar. Belki de Tahir olup güzelliği tarifsiz zannedilen Zühre’lerin varlığında, tarifi imkânsız şekilde yok olurlar.

Hülasa, ilahi aşkın tadına varamayanlar, bazen mecnun olup yaşarken ölür; bazen de Leyla olup yaşarken öldürdüğünü, ancak öldükten sonra ve ancak hikâyelerde isminin yanı başında sözüm ona ölümsüzleştirirler. Sonra hep beraber o ölüm denen asıl yokluğun varlığına karıştıkları gün; varlığın yokluğuna kavuşur giderler.

Lakin aslolan aşk, yaradanda olmaktır. Yaradanla olmaktır. Gönlünde olması gerekenle,  olmaktır. Nihayet var olmaktır.  Ya değilse yaradılanla olmak denen şey berhava çabalamaktır. Çünkü asıl yar yaradandır; gerisi yaralayandır. Yaradılan her şey,  gönülleri yara misali sarandır. Yaradansa tüm yaraları asıl sarandır. Hülasa yaradandır o mücella aşka layık olan ve gerisi zulüm ,  gerisi yalan.

İyi de nereden çıktı şimdi bu aşk konusu durup dururken diyecekseniz eğer söyleyeyim. Cânın terketmeyen, ma'şukun bulmaz. Bu dünya ol ahretten içeri. Âşıkın yeri var kimseler bilmez. Yunus öldü diye sela verirler. Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez diyen ve aşk denen o sırra kavuşmanın yaşarken değil ölürken mümkün olacağını göstererek  maşukuna kavuşan Yunus’un gönül ocağında.

Hele ki aşk beni arif etti, inceltti zarif etti. Ben aşkı bilmez idim aşk beni tarif etti diyen ve aşk sandığın kadar değil yandığın kadar deyip ; ölümsüz aşk isteyenin ölümsüze aşık olması gerektiğinden dem vuran ve bir tek Mevla’nın ateşi aşkında yanarak vuslata eren Mevlana’nın ana kucağında  aşktan bahsetmemek olur mu.

Ha Karaman olmuş ha da başka bir yer. Aşk denen o her tarif edildiğinde hep bir yanı eksik kalan tarifsizi, mart kedilerine rahmet okuturcasına yaşayanların sözüm ona aşklarını görünce, insan sormadan edemiyor kendisine. Eğer aşkı yaradan o en güzel maşuktan  bihaberse yaradılan ; yaşarken insan olarak kavuşamadığı Rabbi’ne; ölürken hayvan olarak kavuşacak olmasın. Ben demiyorum Yunus diyor.

Öyle ya aşkım dediğini bir gün sever bir söver mi insan. Aşk denen şey ömürlükse,  insan aşkı bildiğine bir ömür zulmeder mi hiç. Aşk ancak iki bileni olan bir bilinmeyense; insan olan insan  aşkını parklarda, bahçelerde ulu orta sergiler mi hiç. Barınağı bir tek gönül denen yerse aşkın, insan olan insan maşukunun ismini, cismini, halini, resmini  ekranlarda ifşa eder mi hiç. İyi de kardeşim herkes yapıyor, değil mi. Aşk senin sevdiğim dediğine  herkesin yaptığını yapmamak, yapamadığını yapabilmektir zaten. İşte bu yüzden senin sevdiğin herkes değil ve sen de onun için herkes değilsin.

Hülasa insanın insanda buldum dediği. Kuru bir sevdadır bilmediği. Mecnun da  Leyla’da hepsi hikaye. Aslolan Mevla’nın gönlüdür, aşkın hiç ölmediği.

Hani ne demişti Aşkı kavliyle değil fiiliyle tarif eden Yunus. Âşık’ın yeri var kimseler bilmez. İnsan öldü diye sela verirler. Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez…

Yaradanına aşık olarak ölen yaradılanlardan  olmamız dileğiyle…