Sevgili Torunlarım.
        “Ben Dedeniz Seyit Onbaşı ! Her ne kadar yazdıktan sonra geridönüşüme attığınız ve  bize ulaştırmadığınız o namütenahi övgülerle başlayıp - biten ve  hepsi birer berceste niteliğindeki sözlerle bizi tezyin ettiğiniz mektuplarınızı tek tek okudum. Gerçi hepsini okumaya ne hacet. Hepsi de aynı şeyleri anlatıyor desem yeridir. Bizim için yazmış olduğunuz, şiirler, şarkılar, tiyatrolar, yaptığınız geceler, programlar, paneller, konferanslar, resimler, maketler, ve söylediğiniz sözler hakikaten şahika birer eser mesabesinde. Her yıl rutin olarak yaptıklarınız yanında bizleri buralara kadar gelip ziyaret ediyor olmanız, buralardan kavanozlara toprak doldurup ülkenin dört bir yanına ikram ediyor oluşunuz ve hele ki binlerce hatim indiriyor olmanız her türlü ikrama, ihtirama ve takdire şayandır”…. Dese Seyit Onbaşı ve sonra dese ki…
        “Bunca güzelliği duyunca, insan kendisine bu kadar muhabbet besleyen torunlarına iki satır yazı yazmalı diye düşündüm. Düşündüm düşünmesine de  yazmadan önce bir iade-i ziyaret  yapayım istedim” dese. “Yakazaten aranızda dolaşıp, bizi bu kadar gönlüne sertac etmiş olan ve sulbümüzden gelen cevval, muteber, mutahhar ve  feraset ehli bildiğimiz evlatlarımızın sözle tarifi zor; yazıyla tasviri imkansız halleriyle hemhal olayım istedim. İstedim ki gözüm arkada kalmasın. Çanakkale’yi biz nasıl ki dinimiz için, kuran için, ezan için, namaz için, namusumuz, edebimiz, başörtümüz için düşman çizmesine çiğnetmedi isek sizlerinde bu emanete nasıl sahip çıktığınızı bir göreyim istedim” dese nasıl bir manzara ile karşılaşırdı hiç düşündünüz mü ?
          O pak alnından öpülesi Seyit Onbaşı kalkıp gelseydi. “Keşke istemez olaydım. Kalkmaz olaydım. Bir 18 Mart Sabahı onca şehit arasından temeyyüz edip varmaz olaydım aranıza. Duymaz olaydım. Görmez olaydım. Bütün bildiklerim, bize yazdıklarınızla sınırlı kalaydı da başka şey bilmez olaydım. Mahşere dek habersiz olaydım emanet bıraktıklarımıza halel getirme yarışına girmişlerin simalarını . Şimdi ben nasıl gireceğim o giderken tertemiz bıraktığımız , her karışı ilayı kelimetullah bezeli şüheda kokan toprağa” derdi muhtemelen. Çünkü gelseydi;
          Billboardlar da “250 bin şehide 250 bin hatim” yazıyorken, günlerce hiç  Kur’an okumadan hayatına devam eden ailelerin dindar hayatlarını görecekti. Doğru dürüst Kuran okumayan okuduğunu hiç mi hiç anlamayanları görecekti. Hele ki bir de daha düne kadar Kuran okumayı yasaklayanların varlığını  duyunca, “Allah’ım! Ey Allah’ım. Ya bunlarda kim ? Kimin torunudur ki uğruna canımızı verdiğimiz Kuran’ı yasak eder ki bu topraklarda. Bunlar kimin soyudur ki Namaz’a  ve Ezana, başörtüsüne  tahammülsüzlükleri, nurdan çeşmelere inat diz boyu kir olup akmış durmuş bu şüheda yurdunda  derdi.”
        Sonra genç delikanlılar görecekti okul çıkışlarında. Ecdadının  Gelibolu da bir adım daha atmasına razı olmadığımız tek dişi kalmış canavar ruhlu ecnebilerin pespaye olmuş  yamalı köhne hayatlarına öykünen gençler. “Biz ecdadın yüz karasıyız” adlı tiyatroyu oynar gibi. Ellerinde yazılmaya değil yakılmaya hazır kağıttan sigara; ağızlarında içtikleri güya enerjik içeceklerin bulaşığı ve  sinema salonlarından ve merdiven altı dizilerden  arta kalan küfür ötesi nağmeler. “Aklı sanal alemin kucağında beline inmiş; beliyle kurduğu hayaller kalbine sinmiş” ve sözüm ona sevgilisi ile el ele çağdaşlık  bataklığında kurdukları pejmürde düşlerin arasında kaybolup; mutluluğu elinden düşürmediği modern cici anneleri telefona ve  sözde manitasında gelecek iki kelime mesaja bağlamış onsekizinde, yirmisinde yürüyen cesetler görecekti.
       Genç kızlar görecekti. İlkokulda kurtuluş savaşında kağnı başında cepheye koşan nenesini okuyup; lise de ailesine ve hocasına  çemkirdiği günü kurtuluş günü ilan eden asi kızlar görecekti. Gece yarıları kafelerde canlı müzik eşliğinde cansız bedenleriyle, geleceğin seyit onbaşıları olacak bildiğimiz delikanlıların  “Çanakkale ruhunu,  250 kiloluk bir masa etrafında  bir bardak çayın içerisine boca ediveren kızları görecekti.” Aldığı bursun yarısını Kuaför sandalyesinde başına geçirdiği makyajlı maskeye verip, güzelliğini yıllar sonrası kocası olacak o adamdan önce çevresinin takdirine sunan okumaktan ve yazmaktan habersiz güya elit ve entelektüel zavallılar görecekti. Bir Mart günü  bacısının yaşmağına el sürdürmeyen Seyit Onbaşı’nın  şimdilerde ; bacısına el sürmeyi sevgi ve o sevgide ar perdesini yıkarak level atlayıp  Mart kedilerini aratmayan aşklarında yok olup giden kızları ve erkekleri görecekti.
         Anneler görecekti. Gündüz vakti çocuğunun ana sınıfında ezberden okuduğu ve korkma ile başlayan o “İstiklal Marşı’nda ki korkmayı yanlış anlayıp; gece vakti çocuklarını korkmadan sokaklara terk ediveren.” Kadınlar görecekti. Ecdatları Elif bacılar, Fatma analar  Conkbayırı’nda da yedi düveli  vatan uğruna yere sererken; kendileri boy boy resimlerini Facebook da yetmiş düvel  jürinin gözleri önüne seren. Anneler görecekti,  neneleri körpe evlatlarını kınalı kuzu ederken ; kendileri evlatlarını televizyona ve telefona kurban edip; ardımızdan güldürdüğümüz ecnebilere kına yaktıran.
          Babalar görecekti. Bütün ruhunu banka köşelerinde cüzdanına hapsetmiş ve “evlatlarından  kredi kartının limiti kadar  itibar gören”. Adamlar görecekti. Aslını neslini bilmediği onlarca şeye gözünü kırpmadan para saçarken; Çanakkale’nin yalancı şahitleri olup, imanlı bir evlat yetiştirebilmenin derdini lüks arabasının bagajında unutan ve  uğruna yüz lira harcamaya tenezzül etmediği ve Amerikan kültürüyle yok olmaya mahkum ettiği “asımın neslinin günahına giren”.” Bla bla bla… Gelseydi , kim bilir daha neler neler görürdü. Dilerseniz bu yazıyı bir de Mart geçince okuyun. Ne bileyim Mayıs da ; Haziran da okuyun. Göreceksiniz ne demek istediğimi." Dedim ya kendimizi kandırmayalım. Varsa Çanakkale Güruhu  var." Çanakkale Ruhu diye bir şey kalmadı vesselam…