AK Parti Erzurum Milletvekili Dr. Cengiz Yavilioğlu, Türkiye’de AK Parti hükümetleri döneminde siyasal, toplumsal ve ekonomik alanlarda çok ciddi değişim ve dönüşümler yaşandığını söyledi.

Kangren olmuş siyasi ve toplumsal sorunlara AK Parti iktidarı döneminde neşter atıldığını birçok kesimin telaffuz dahi edemediği; etkili, yetkili kesimlerin kenarından dolaşmayı tercih ettikleri meselelerin tartışmaya açıldığını, çözüm süreçleri başlatıldığı ve önemli mesafeler kat edildiğini anlatan Dr. Cengiz Yavilioğlu, “Asker-sivil ilişkileri normalleşme sürecine girdi. Toplumsal barışı bozan darbe dönemlerine ait mevzuat ve uygulamalar önemli ölçüde sonlandırıldı. Demokratik açılımlar başlatıldı. Muhafazakarlar başta olmak üzere, birçok toplumsal katman üzerindeki her türlü baskı yerini özgürlüklere bıraktı. İnsanlar geleceğe daha güvenle bakar oldu. Yarım kalan demokratik açılımlar mutlaka devam edecek. Dönemin belki de en önemli özelliği, vatandaşların siyasilere duyduğu güvendeki artıştır. Siyasi kadroların; hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi, baskıcı ve tekçi devlet sisteminin değiştirilmesi hususlarında halkın güvenini ve desteğini kazanacak hedeflerinin varlığı ve bu hedefler doğrultusunda geliştirdikleri politikalar ülke halkının tamamında bir heyecan ve beklenti yaratmıştır. İnsanlar geleceğe daha iyimser ve daha güvenle bakmaya başlamışlardır. Toplumun ötekileştirilmiş kesimleri ile devlet arasında “güven” tesis edilmiştir. Bu dönemde hükümetler; siyasal ve sosyal alanlarda oluşturulan güven ve istikrarın etkisiyle ekonomik alanlarda da ciddi dönüşümlere imza attılar. Ekonomik büyümede tarihsel ortalamaların üzerine çıkıldı; kişi başına milli gelir ve GSYİH’da önemli artışlar gerçekleştirildi; yoksullukla mücadelede ciddi sosyal harcamalar yapıldı; faiz ve enflasyon oranları tek haneli rakamlara düşürüldü; finans sektörü büyüdü, derinleşti ve sağlamlaştırıldı; kamu kesimi mali dengeleri iyileştirildi; mali disiplin önemli ölçüde sağlandı” diye konuştu.

HÜKÜMETE GÜVEN ARTTI

Eğitim, adalet, kültür, dini alan, dil, devlet-vatandaş arasındaki ilişkiler gibi siyasal, sosyal ve eğitim alanlarında yaşanan iyileşmelere paralel olarak ekonomide de istikrar ve güven yakalandığını dile getiren AK Parti Erzurum Milletvekili Dr. Cengiz Yavilioğlu daha sonra şunları kaydetti; “2002 öncesinin ekonomik kriz ve kaoslarının arka planında ise, siyasilere ve bürokrasiye duyulan güvensizlikle birlikte bahsedilen alanlardaki her türlü baskı ve tek tipçiliğin olduğu gerçeği bulunmaktadır. Dönemsel olarak yaptığımız karşılaştırmalar ekonomi ile sosyal ve siyasal alanlardaki ilişkiyi ve dönemler arası farlılıkları gözler önüne sermektedir. Araştırmalara göre hükümete güven; 1991 yılında %49; 2001 yılında %22.8; AK Parti hükümetlerinin görevde olduğu 2012 yılında ise %62 düzeyinde gerçekleşmiştir. Yine 1989 ile 2002 arasında geçen 13 yıllık sürede 11 farklı hükümet kurulmuştur. Bu dönemlerdeki güven ve istikrar göstergelerine paralel olarak ekonomik göstergeler de şekil almıştır. Mesela “yabancı yatırımlar” 1991 yılında 810 milyon; 2001 yılında 3.352 milyon; 2011 yılında ise 16.171 milyon Dolar seviyelerinde gerçekleşmiştir. 1994 yılındaki faiz ödemeleri gelirler toplamının neredeyse 4 katına; 2001 yılında %80’ine yükselmiş; 2011 yılında toplam kamu gelirlerinin %14’üne düşürülmüştür. Bu süreç kamuyu değil özel sektör işletmelerini de yatırım ve üretimden vazgeçirip rantiye olmaya itmiştir. İSO 500 büyük firma içinde 468 özel sektör firmasının bilançolarında faaliyet dışı karları (faizler) net bilanço karları: 1990’da %33; 1996 %52; 1999 da ise %219’a yükselmiştir.

Bu veriler de göstermektedir ki, kalkınma sadece ekonomik faktörlerle gerçekleştirilecek bir olgu değildir. Kalkınma bir yönüyle emek, sermaye ve teknoloji gibi üretim girdileriyle; diğer yönüyle de eğitim, çalışma disiplini, iş ahlakı, örgütlenme, kurumsallaşma, istikrar ve bunların bileşimi sayılabilecek bir toplumsal özgüven ve birlikte rekabet duygularıyla ilişkilidir.”

KALKINMA SADECE EKONOMİK BOYUTA İNDİRGENMEMELİDİR

Geçen hafta hükümet “Ekonomide Dönüşüm Programı” açıkladı. Açıklanan programın ana hedefinin “ekonomik büyümeyi reel sektör tabanına oturtmak” olduğu anlaşılıyor. Bilindiği gibi, hükümetin bazı bakanları tarafından; yurtiçi tasarrufların yetersiz olması nedeniyle yatırımların dış borçlanma ile finanse edilmesi; imalat sektörünün istenen düzeyde gelişme gösterememesi, yüksek teknolojili üretime geçilmekte zorlanılması; yüksek düzeyde cari açığın varlığı; ihracatın ancak aramalı ithalatıyla gerçekleştirilebilmesi gibi sorunlar dile getirilmektedir. Gerçekten de büyümenin ve kalkınmanın daha da iyileşmesi ve sürdürülebilir bir nitelik kazanması bahse konu sıkıntıları giderecek bu reformların hayata geçirilmesiyle mümkün olacaktır.

Türkiye’nin 2002 sonrasında gerçekleştirdiği ekonomik mali-finansman alanlarındaki iyileşmelerin temelinde; halk ile devlet arasında “güven” ilişkisini tesis eden cesur ve idealist kadrolar bulunmaktadır. Yeni Türkiye artık daha tecrübeli siyasetçilere ve bürokratlara sahiptir. “Ekonomik Dönüşüm Programlarından” sonuç almak için, yaklaşık 12 yıldır bu alanda çalışan kadrolar tarafından tecrübe edilmiş yöntemi; Yeni Türkiye’nin gerçekliklerini dikkate alarak ve daha üst düzey nitelik kazandırarak sürdürmek gerektiği ortadır. Yeni Türkiye’de farklı toplumsal katmanların; evrensel ahlaki normlar, özveri, adanmışlık, idealizm, cesaret, farklılıklara tahammül, özgüven gibi konularda daha yüksek bir standarda sahip olması gelişme/kalkınma için son derece önemlidir. Gelişme olgusunu sürekli hale getirecek bu hususlar insanın fayda gözeten maddi yanının değil; adalet, özgürlük, özveri, cesaret ve adanmışlık gibi unsurları ihtiva eden manevi yanının ürünüdürler. Bu yaşam desenleri olmaksızın sosyo-ekonomik ve siyasal yapılarda köklü dönüşümlerin gerçekleşmesi mümkün değildir.

Bu desenlerin güçlü olmadığı yerlerde ülkenin ihtiyacı olan ve/fakat kısa vadede yüksek kar getirisi olmayan; ağır sanayi, otomotiv sanayi, bilişim alt yapı, savunma sanayi yatırımları yapılamayacak, yapılsa da sürdürülebilir olmayacaktır. Madenlerini daha iyi/verimli kullanamayacak, yeterince denetlenemeyen bir madencilik sistemi sorgulanmadan enerji açığı kapatılamayacaktır. Bunun gibi, kaynağını halkın ödediği vergilerin oluşturduğu mali, parasal teşvikleri amacına uygun kullanılamayacak, bürokrat ve siyasetçiler bunların takibini yapamayacaklardır. Yine eğitim sektöründeki çıktıların dünya ortalamalarının üstüne çıkması mümkün olamayacaktır. Zira Fukuyama’nın da dediği gibi, yasa, sözleşme ve ekonomik rasyonalite, sanayi sonrası gelişmiş ve geri kalmış toplumların zenginleşmesi ve istikrarı için gerekli fakat yeterli olmayan unsurlardır. Bunların yanısıra rasyonel çıkarımlardan ziyade, farklılık gözetmeden “insan merkezli” karşılıklı ilişkiler, ahlaki yükümlülükler, topluma karşı görev ve güven gibi değerlerle bezenmiş olmalıdır. Bahse konu unsurlar bir toplumun “sosyal sermayesini” oluşturur ve kesinlikle “adalet” kaynaklıdır.

Unutmayalım ki “her toplum kazanma ruhuyla ve daha fazla kazanç anlayışıyla tahrik olmayan, işin bu yönüne bulaşmamış toplumsal alanların varlığı sayesinde düzgün bir biçimde işler. Yüksek düzeyde memurun, askerin, yargıcın, din adamının, sanatçının, bilim adamının ve siyasetçinin böylesi bir hırsın etkisi altına girdiği toplumlar uzun süre ayakta kalamazlar. Adil olma, onur, erdem, başkasına saygı, hoşgörü, dürüstlük, kendine güven gibi insanların hayatında en asil ve en değerli şeylerin hiçbir piyasaya gelmemesi gerekir”

KALKINMA SÜRECİ BELLİ ÖLÇÜDE ASABİYYET GEREKTİRİR

Tecrübeler göstermiştir ki kalkınma, bir toplumun üyelerinin, hep birlikte müşterek değerleri benimsedikleri ve bu değerler uğruna her türlü fedakârlığa hazır oldukları bir ruh ve düşünce dünyasının ürünü olabilir. Toplumsal ve siyasal oluşumların ve değişimlerin ilk evrelerinde halkın kendi içinde ve devletle ilişkilerinde bu tür bir ortak ruh hali ve bir arada başarma duyguları oldukça güçlüdür. Bu dönemlerde yöneticilerle halk ortak idealler ve değerler etrafında kenetlenir. Karşılıklı güven duygusunun yüksekliği, ortak amaçların gerçekleştirilmesini kolaylaştırır. Zor şartlar ve darlıklar insanları daha fazla bir araya getirir. Bu da sosyal sermaye (Adalet/Güven) üzerinden ekonomik sermaye (Kalkınma) ve politik sermaye (Demokrasi) inşa etmek demektir ki bu misyon da bu siyasal felsefeyi kendi adında mündemiç kılan “Adalet ve Kalkınma” Partisinin öncelikli amacıdır.

İbn-i Haldun’un da bir toplumun gelişmesi için gerekli gördüğü ve “asabiyet duygusu” dediği şey tam da budur. Bu nedenle sosyal, siyasal ve ekonomik gelişmenin devam etmesi için mutlaka “olgunluk” evresinde de bu tür bir asabiyyet duygusunun (yani bireylerin birlikte hareket etme hissinin, nefsinden fedakârlık etme isteğinin ve ortak bir amacı paylaşma düşüncesinin) toplumun bünyesinde sürdürülmesi gerekmektedir. Eğer bu duygular yeterli olmazsa insanların kriz/kaos zamanlarında hamiyetleri birbirine kaynamaz, birbirleriyle yardımlaşmazlar, birbirlerine destek olmazlar. Herkes kendisinin veya ait olduğu grubun hayatını korumayı düşünür. Birey veya grup çıkarları, toplumun zararı pahasına öne çıkartılır; dayanışma değil, çatışma ön plana geçer.

Çeşitli siyasal ve toplumsal yapılar tarafından sorunun bu boyuta getirildiği günümüz Türkiye’sinde devletin/hükümetin ve toplumsal karşılığı olan çeşitli sivil yapıların üzerine düşen ağır sorumluluklar bulunmaktadır.

Halk, yöneticilerin kendi yanlarında ve kendilerinden olmadığına; alın teri ve emeğin karşılığı olarak değil de ancak “kurulan ilişkilerin” neticesinde menfaat ve fırsat elde edileceğine; emanetin ehline verilmeyeceğine, eş-dost kayırmacılığının (nepotizm) olacağına; başta ihaleler olmak üzere devletin işlerinin şeffaf olmayacağına; cemaatlere, derneklere veya bir gruba ait olmanın devlet karşısında eşitliği bozan bir sebep olduğu düşüncesine kapıldığı zaman çalışmaktan vazgeçer. Toplumda psikolojik bir travma oluşur. Cesaret ve özveri yerini, miskinliğe ve ümitsizliğe bırakır. Baskı ve adaletsizlikle sinmiş olan bireyler, kendilerine duydukları güveni ve özdeğerlerini yitirmek suretiyle varlıklarını koruma kuvvet ve tabiatını kaybederler. Oysa gelişme, kaos ve güvensizliğin sona erdiği yerde başlar.

2002 sonrası Türkiye’sinde de tecrübe edildiği gibi korku ve güvensizlik ortamı yok edildiğinde, bireyin kendine güven duygusu ortaya çıkar, merak duyma ve yaratıcılık hisleri serbest kalır ve insan, tabii içgüdüleriyle hayatın mana ve süslerini anlayarak gelişme yolunda harekete geçer. Adalet, hak ve özgürlüklerden neşet etmiş kendine güven duygusu, bireyin kendini ve çevresini değiştireceği, geliştireceği ve imar edeceği kanaatini doğurur. Ancak bu durumda bütün bir halkı kuşatır/kucaklar, gelişme/kalkınma yönünde güven verebilirsiniz ve yaptığınız ekonomik reform programlarından başarılı sonuçlar alabilirsiniz. Zira kalkınma, halkla ilişiğini koparmış azınlık bir sınıfın eliyle gerçekleştirebilecek bir süreç değildir.”