Önümüzdeki dört yıllık dönemde ülkeyi yönetecek olan iktidarı belirleyeceğimiz seçimlere çok yaklaştık. İktidar alternatifi olabilecek partiler, ardı sıra seçim bildirgelerini yayımladılar ve medya aracılığıyla kamuoyuna sundular. Bugünlerde de söz konusu bildirgelerinde yer alan önemli başlıkları vurgulayan reklam ve tanıtım çalışmalarını sıkça görüyoruz. Televizyonlar, bilboardlar, çeşitli toplantı ve konferanslar ile özellikle mitinglerde her partinin hedef ve politikaları hakkında bilgiler edinmek mümkün… Siyasi partilerin “tutundurma bombardımanı” alabildiğince artan bir tempoda sürüyor.

Bizim üzerinde durmak istediğimiz ise, bu seçimin kendine has bir özelliği olarak gördüğümüz partilere ait seçim bildirgelerindeki bazı vaatler ve hedeflenen bazı politikaların durumu olacak. Söylediğimiz gibi bu seçimde yakın geçmişteki diğer seçimlerden daha farklı olarak bütün partilerin, seçmeni özellikle bazı ekonomik ve sosyal yönleriyle etkileme çabaları içine girmiş olmalarıdır. İktidarın yaptıklarını eleştirmek, kötülemek ve karalamak üzerine inşa edilen seçim kampanyalarındaki başarısızlık deneyimleri, bu seçimde iktidar dışındaki diğer partilerde daha farklı bir motivasyon oluşturmuşa benziyor. Anlaşılmış olmalı ki sadece kötülemek ve eleştirmek para etmiyor. “O zaman biz de bazı öneriler ve programlar ortaya koyalım ve toplumun ihtiyaç ve isteklerine çareler üretebilecek projeler geliştirelim!” düşüncesi bu seçimin geçerli anlayışı oldu. Elbette bu yeni anlayışın bütün yarışmacı partilerce benimsenmiş olması, sevindirici bir gelişmedir. Buna sözümüz yok. Temas etmek istediğimiz bu anlayış içinde ortaya konulan programlar, projeler ve hedeflenen politikaların içeriğidir. 

Aslında bütün partilerin seçim bildirgeleri, kağıt üzerinde olumlu çözüm ve çareler gündeme getiriyor. Çeşitli toplumsal kesimlerin istek ve beklentilerini dikkate alan politikalara yer veriliyor bu metinlerde. Ancak sadece toplumsal taleplerin ve beklentilerin karşılanmasına yoğunlaşılan bir program, tek başına başarılı sonuçlara götürmez. Tarih, bu şekilde tek yönlü oluşturulan çalışmaların başarısızlıklarıyla dolu bir mezarlıktır. Yapmayı istemek ve hedeflemek ile nasıl ve ne şekilde yapılacağının da iyi kurgulanması gerekir. Koşullar ve eldeki mevcut kaynaklar ile uyumlu politikalar oluşturulmak zorundadır. Hatta potansiyel kaynakların bile ayağı yere basacak şekilde belirlenmesi ve daha sonra hareket edilmesi gereklidir. Ancak yarışmacı partilerin programlarını incelediğimizde, burada vurguladığımız hassasiyetin gösterilmediğini söyleyebiliriz. Üstelik, başka alanlarda kullanılmakta olan kaynaklara atıf yaparak, “bunun için var da niçin diğeri için olmasın!” türü demagojik söylemler kaygılarımızı pekiştiren bir hale götürüyor bizleri… 

Sözün özü, bu seçim bildirgelerinin görüntüsü siyaset bilimi terminolojisinin “popülizm” kavramıyla çok uyuşan bir boyutta bize göre… Popülizm kavramı, geçmişi 19. Yüzyıl ABD’sindeki çiftçi hareketi olarak ortaya çıkan ve 1892 yılında partileşen Populist Party ya da Peoples Party’ye kadar uzanmaktadır. Söz konusu hareket, büyük sermaye egemenliğine karşı direnen çiftçilerin hak arama mücadelelerinin önayak olduğu bir harekettir. Sonrasında çarlığa ve sanayi kapitalizmine karşı zirai sosyalizmi savunan Rus Narodiki’lerinin de popülist bir hareket olarak kabul edildiklerini görüyoruz. 20. Yüzyılın başlarında Avrupa’daki faşizme kayan köylü hareketlerini, Brezilya’daki “yoksulların babası” ününe sahip Vargas iktidarı ve Arjantin’de Peron Sosa dönemi bilinen popülist hareketleri izlemiştir. Yakın dönemde ise, özellikle küreselleşme ve bölgeselleşme çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan/çıkarılan yabancı ve İslam düşmanlığının arkasında popülizmden fırsat kapma peşindeki siyasileri görüyoruz.
Türkiye için popülizmin varlığıyla tanışılan ilk dönem, Menderes ve Demokrat Parti iktidarları olarak kabul edilir. Süleyman Demirel belki de tarihin en büyük popülist isimlerinden birisidir. Ecevit’in “ne ezen ne ezilen hakça bir düzen!” söylemi ve ortaya attığı bazı projeler, uygulama alanı bulamasa da popülizm ışıkları saçan örnekleri barındırmaktadır. Ve günümüzde 7 Haziran seçimleri öncesinde muhalefetin seçim bildirgelerinde yer verdiği birçok vaat ve projelerden popülizm kokusunu alabiliriz.

Görüldüğü gibi popülizm, dünya genelinde sıkça başvurulan bir iktidarı ele geçirme aracıdır. Türkçe’ye en basit şekliyle halkçılık olarak çevirebileceğimiz bu kavram için, Alman literatürü şöyle bir tanım yapmaktadır: fırsatçılıkla belirlenen, halka yakın politik durumu dramatize ederek seçimlerle bağlantılı olarak kitlelerin lütfunu kazanmayı hedefleyen, genellikle demagojik politika. Bu tanımdan da anlaşılabileceği üzere, popülizmden esas beklenen halka yakın bazı politikaların mevcut koşulların dramatize edilerek ve seçimlerde avantaja dönüştürülmesi için çarpıtılarak sunulmasıdır. Belki de halkın kandırılmasıdır diyebiliriz. Ama önemli olanı, sonuçta yine halkın kaybediyor olmasıdır. Dolayısıyla popülizmden medet ummak, siyasiler için sadece iktidar koltuğuna oturuncaya kadar işlevsel olan bir aracı kullanmaktan ibarettir.


         Yukarıda sözünü ettiğimiz popülist politikaların sonucunda başarı ile koltuğu ele geçirenlerin akıbetlerinin ise, hiç iyi olmadığını da belirtmek gerekir. En azından ülkemizin yakın geçmişinin hafızalardaki tazeliği nedeniyle anlaşılabileceğimiz kanısındayız. Örneğin tarihin en büyük popülistlerinden birisi olan Süleyman Demirel, Özal sonrası koltuk mücadelesinde “popülizm yılanı”na sarılmakta tereddüt etmemiştir. Dünyanın hiçbir yerinde sürdürülmesi mümkün olmayan erken emeklilik belasını ülkenin başına sarmıştır. Türkiye için mümkün olabilecek en iyi emeklilik yaşı olan erkekler için 55 yaş, kadınlar için 50 yaş uygulamasını getiren Özal hükümetlerinden sonra göreve gelir gelmez, sosyal güvenlik sisteminin iflasına yol açan uygulamayı yaşama geçirmiştir: erkelerde 25, kadınlarda 20 yıl çalışma. Sonuçta Türkiye 38 yaşında emekli olan kadınlar ve 43 yaşında emekli olan erkeklerin yaşadığı bir ülke haline gelmiştir. Konu hakkında sıfır bilgiye sahip kişilerin bile yadırgayacağı bu sistem sayesinde, çok kısa bir süre içinde sosyal güvenlik sistemi çökmüştür. Aynı zamanda bu çöküş ile kamunun diğer kalemlerine de yansıyan olağanüstü bütçe açıkları dönemi, 90’lı yıllarda insanlarımızın kaderi haline gelmiştir. Emekli maaşlarını ödeyemez hale geldiğinizde, insanların erkenden emekli olmalarının ne anlamı olabilir ki?

Erken emeklilik gibi çok sayıda örnekle popülist politikaları sıralayabiliriz. Partizanca kamudaki kadroların şişirilmesi, görev zararlarına rağmen kamu işletmelerinin faaliyetleri, bilinçsiz ve denetimsiz yapılan teşvik ve destekler ve daha niceleri… Ancak sonuç bizi doksanlar’ın kaotik günlerini yaşamaya mecbur bırakmış oldu.

Büyük ihtimalle Yunanistan’da Syriza hareketinin Ocak 2015 seçimlerindeki başarısı, CHP’nin bu harekete öykünmesine neden olmuştur. CHP ve Kılıçdaroğlu, rol model olarak gördükleri Syriza-Çipras tarzı bir popülist söylem benimsemişlerdir. Asgari ücretten, mazot fiyatlarına, sosyal içerikli politikalardan, çok iddialı ekonomik projelere kadar kapsamlı bir seçim bildirgesi açıklanmıştır. Daha ilk açıklandığı andan itibaren uygulanabilirliği üzerinde ısrarlı tartışmalar sürmektedir. CHP sözcülerinin ve Kılıçdaroğlu’nun bütün tutundurma çabalarına rağmen söz konusu proje ve vaatler manzumesi konusunda,  kamuoyunun tatmin edildiğini söylemek zor… CHP’nin ardı sıra diğer muhalefet partilerince de benzer proje ve vaatler, kimi zaman çılgınlık boyutuna ulaşır şekilde kamuoyuna takdim edildi. Belki de CHP’nin şanssızlığı bu olsa gerek. Popülist söylemler, her ağızda sakız haline geldi. Mazot fiyatının dip yaptırılması için başlayan açık eksiltmede bilinen en düşük rakam 1.40TL de kalırken, asgari ücreti 5000TL’ye çıkaran açık arttırma ihalesinde yarışı kazananın Haydar Baş olduğunu tebessümle izledik.

CHP ve Kılıçdaroğlu, Syriza ve Çipras örneğinin başına gelenleri de doğru analiz edebilmiş midir? Bu soruya da kolayca “evet” denilemez. Yunanistan’ın yeni popülist kahramanları, seçim döneminde uluslar arası ve bölgesel yükümlülüklerini çöpe atacaklarına dair seçim öncesi söylemlerinin arkasında durmayı başaramamışlardır. Her gün yeni bir imtiyazlı sözleşme için diğer Avrupalıların kapılarını aşındırmaya devam ediyorlar ve sürekli kapılar yüzlerine kapanıyor. Seçim öncesi demagojik söylemleri nedeniyle peşlerine umutla takılan Yunan halkının açtığı krediyi, altı ayda kaybettikleri görülebiliyor. Büyük ihtimalle de Syriza bir daha siyaset sahnesinde yer alamayacak şekilde tarih kayıtlarında yer alacak yakın gelecekte…

Ancak dile getirmek zorunda olduğumuz bir başka yön de, AK Parti’nin de etraflarında yaşanan popülist politika çılgınlığından kısmen de olsa etkilenmekte olduğu işaretleridir. Kamu personelinin kadrolu olarak çalışması ve bu yolla sahip olduğu neredeyse mutlak düzeydeki iş güvencesi, kamudaki verimsizliğin önemli etkenlerinden birisidir. AK Parti, 2002 sonrası dönemde bütün kamu çalışanlarının sözleşmeli hale getirilmesine yönelik politikalar benimsemiş ve uygulamaya da geçirmişti. Ancak yaşanan her seçim, bu politikalardan sapmalar anlamına gelen “surda gedik açılması”na neden olmuştur. Bu seçim öncesinde de başta Karayolları olmak üzere bazı kurumlarda çalışan taşeron işçilerin kadroya alınacak olmalarını, AK Parti’nin popülist baskılar karşısındaki geri adımı olarak değerlendiriyoruz. Çok geçmeden görülecektir ki, kadrolu hale getirdiğimiz her kamu çalışanı, verimsizliği temel düstur edinen mutlu bireyler olacaktır. Çünkü yaşadığımız örnekler, başka bir sonuç hatırlatamıyor bizlere…
Unutmalayalım ki artık popülizme yüklenen anlam da değişiklik gösteriyor. Popülizmin yeni anlamı, halkı kişisel çıkarları için manipüle etme ve bir araç olarak görmedir. Sonuçlarına ise yukarıda kısaca değindik. O zaman, ne geçmişte ne günümüzde kimseye gerçek anlamda faydası olmayan popülizmden uzak durmak her kesimin ve kişinin sorumluluğudur. En başta da siyasilerin!
Sağlıcakla kalın!
Yrd. Doç. Dr. Hakan CANDAN