Güncel tartışmalar arasında başkanlık sistemi, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın doğrudan halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı sıfatı kazanmasıyla birlikte alevlendi. Siyasi çevrelerin söylemlerine akademik içerikli görüşler eklemlenmekte… Başkanlık sistemini olumlayanlar ve “hayır” diyenler ekseninde belirginleşen tartışmalar yerini almış gözüküyor. Biz de konuya ilişkin düşüncelerimizi, bazı tarihi deneyimler ve görüşler ışığında paylaşalım istedik. 

Türkiye, 1909 yılındaki Kanun-i Esasi’de yapılan değişiklikten bu tarafa parlamenter sistemi benimsemiştir. Bu süreçte bazı anlayış ve düzenleme değişiklikleri yaşanmış ve kimi zaman da kesintiler olmuşsa bile, sistem ana ilkelerinde sadık kalarak bugünlere ulaşmıştır. Konuyla ilgili çeşitli dönemlerdeki tartışmaları da yaşayarak geldiğimiz bilinmektedir. 1961 ve 1982 Anayasa’larının hazırlanması dönemlerinde, Özal ve Demirel’in Cumhurbaşkanlıkları dönemlerinde başkanlık sistemi tartışmaları önemli gündem başlıkları olmuştur. Bugünkü gündemin ortaya çıkışı ise, öncekilere göre biraz daha farklı nitelik taşıyor. 2002 sonrası dönemin en önemli siyasi liderlerinden birisi olarak Erdoğan’ın, 2010 Anayasa Değişikliği sonrasında doğrudan halk tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı olarak yerleşik Cumhurbaşkanlığı refleks ve tavırlarının dışında hareket etmesi, yıllardır taşıdığı siyasi kimliği ve liderliği sıfatını yeni görevi ile birlikte terk ederek, tarafsız ve sorumsuz bir kimliğe bürünmeye pek yanaşır gözükmemesi burada öne çıkan farklılıklardandır. Erdoğan, yaklaşık %52 halk desteğini arkasına alarak sağladığı meşruiyetin bir sonucu olarak, bilerek ve isteyerek önceki dönemlerden farklı davranmakta ısrar etmektedir. Siyasi liderliğinin en üst noktası olarak da Cumhurbaşkanlığı makamını görmektedir. Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmesi, siyasi söylem ve toplantılar düzenlemesi bu düşünceyi doğrulayan örneklerdir.

Gerek günümüzdeki tartışmalarda, gerekse geçmiş dönemlerdeki tartışmalarda başkanlık sisteminin Türkiye için uygun bir model olamayacağını öne süren görüş sahiplerinin temel karşı çıkış noktası, sistemin diktatörlüğe dönüşme riskinin oluşunda yatmaktadır. Tek adam hegemonyasının ortaya çıkmasından duyulan korkulardır. Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın on yılı aşkın bir süredir ülke yönetiminin tek yönlendiricisi ve belirleyicisi olarak sahip olduğu konumu nedeniyle de günümüzdeki tartışmalarda bu karşı duruş, çok daha fazla taraftar bulmaktadır. Zaten mevcut haliyle etkinliği ile ciddi bir muhalefetle karşı karşıya kalan Erdoğan tarafından başkanlık sisteminin ısrarlı bir şekilde önerilmesi, giderek belirginleşen muhalefet düşüncelerini hem keskinleştirmekte, hem de muhalif kanat içinde birleşme eğilimlerini körüklemektedir. Olağan dönemlerde bir araya gelmeleri ve ortak düşünce zeminlerinde buluşmaları pek kolay görülmeyecek çevreler, bugünlerde aralarından su sızdırmayacak derecede yakınlaşmaktadırlar.
Ortaya koymaya çalıştığımız bu tartışma ekseninde, parlamenterizm ve başkanlık sistemlerinin savunucularının bazı genel görüşlerine yer vermek faydalı olabilir. Parlamenterizmi savunan ya da başkanlık sistemine karşı duruş sergileyen en önemli merkezler İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yönetim Kurulu, İstanbul Barosu ve bazı hukukçular olmuştur. Özal dönemindeki tartışmalardan itibaren söz konusu merkezler aynı görüşlerini sürdürmüşlerdir. Bu görüşler genel olarak;

Yasama ile yürütme birbirine eşit olmalı, yürütme daha güçlü ve daha etkin olmamalıdır. Başkanlık Sistemi, ABD’yi Vietnam Savaşına sürüklemiştir. Türkiye’de 10 yılda bir ihtilal olmasının nedeni, Parlamenterizm değil, askeri vesayettir.
Aslında Türkiye’de sorun Parlamento’da değil, parti ve seçim sistemindedir. Bizde, partiler iyi işlememektedir ve parti yöneticileri de çok hırslıdır. Kaldı ki, başkanlık sisteminde, etnik temelli başkanlar çıkabilir ve ülke istikrarı bozulabilir. Öncelikle iki turlu seçim sistemi getirilmeli ve parti sistemi değiştirilmelidir.
Başkanlık Sistemi bazı siyasi partilerin işine gelebilir. Başkanlık sitemi, ülkeyi totaliterizme götürebilir, başkanlık seçilmiş padişahlıktır. Bu sistemde, başkan dejenere olursa, sistem de bozulabilir.
Yalnızca ABD’nde başarılı olan sistemin Türkiye’de uygulanabilirliği, tarih, sosyoloji ve siyaset bilimi açısından yanlış-yetersiz ve sakıncalı olabilir. Çünkü ABD federasyonla yönetilir ve ABD’nde iki partinin (Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti) görüşleri birbirine yakındır. Bu durum bizim geleneğimize uymaz. Türkiye, otoriter rejime dönüşebilir, gerilime yol açabilir; ayrıca başkanlık sisteminin hayata geçirilmesi çok zor olabilir. Özetle, parlamenter sistemin arızaları giderilerek geliştirilmelidir. Başkanlık sistemini savunanlar, istikrara dikkat çekiyorlar ama ABD’ndeki güçlü yargıdan neden söz etmiyorlar?
ABD’ndeki başkanı dizginleyen unsurlar; Kongre, federe devletler, yerel yönetimler, demokrasinin pekişmiş olması, uzlaşma kültürü ve güçlü STK’larıdır. Türkiye’nin toplumsal statüsü cemaatçi, ABD’nin ise bireycidir.
Başkanlık sisteminde risk vardır. Başkan ile Meclis arasında tıkanıklık (gridlocke) çıkması mümkündür. Başkanlık sisteminde hükümet istikrarı sağlanabilir ama siyasi istikrarın sağlanması parlamenterizme göre daha zordur. Nitekim 2014 yılı başında bütçe konusunda ABD Kongresi ile Başkan arasında tıkanıklık yaşanmış ve devletin işleyişi 10 gün kadar sekteye uğramıştır.
Başkanlık sistemini savunan görüşler ise;
Türkiye’nin mozaik nüfus yapısı gereğince en uygun model, başkanlık sistemidir. Söz konusu farklılıklar nedeniyle ülke sıkça koalisyon yönetimlerine mahkum olmakta ve bu durum da statükoculuğu getirmektedir. 
Ülkemizdeki siyasi partiler, sıkı parti disiplini altındadırlar. Bunun sonucunda da parlamento’dan çıkan hükümetlerce meclis adeta bir “noter” gibi kullanılmaktadır. Meclisin hükümeti denetlemesi neredeyse hayaldir. Meclisin denetleme araçlarından olan gensoru, meclis soruşturması, meclis araştırması ve genel görüşme gibi yöntemler işletilememektedir. Örneğin 1961’den bu tarafa üç yüze yakın gensoru önergesinden sadece iki tanesi kabul edilebilmiştir.
İki Partili sisteme sahip olmayan ülkelerde parlamenterizmin rasyonalizasyonu mümkün değildir. Amaç, yasama gücü ve bütçenin denetleyicisi olmaktan çıkan Meclisi asli konumuna döndürmektir. Bu nedenle, Bakanlar Meclis dışından Cumhurbaşkanı tarafından atanmalıdır.
Bir kısım milletvekilleri halktan değil; parti örgütünden, büyük kongre delegelerinden, gruptan ve liderden çekinmektedirler. Kimi milletvekilleri, parti liderinin gözünün içine bakmakta, onun işaretiyle el kaldırıp indirmektedirler. Bu yönüyle TBMM pasiftir. Aslında parlamentonun iki önemli fonksiyonu bulunmaktadır: paranın kontrolü ve kanun yapmak. Başkanlık sisteminde bu iki güç, gerçekten parlamentoya ait olacaktır. Yetkili ve sorumlunun kim olduğu bu sistemde daha iyi bilinebilir. Mevcut sistemde, bütçenin tamamı hükümetçe hazırlanmaktadır. Hatta hükümetten önce kamu bürokrasisinin hazırladığını söylemek mümkündür. Dolayısıyla ciddi bir meşruiyet sorunu vardır. Ayrıca TBMM’den geçen kanunların %98’i hükümetin meclise sunduğu kanun tasarılarıdır. Bu durumda, parlamenterizmi savunanların başkanlık sistemi ile zarar göreceğinden endişe duyulan kuvvetler ayrılığı ilkesinin, parlamenter sistem aracılığıyla yürütme lehine bozulduğunu görebiliriz.
İstikrar bir ülkedeki yönetim ve kalkınma hedeflerine ulaşmak açısından son derece önemlidir. Başkanlık sistemi, bu istikrarı sağlayacaktır. Oysa parlamenter sistem ile günümüze kadar göreve gelen hükümetlerin ortalama ömrü iki yıldan daha azadır. Bu durumda, merkezi hükümetlerin istikrar açısından yerel yönetimlerdeki belediye başkanlarından bile daha zayıf oldukları ortadadır. Bir genel seçimin maliyetinin 2-3 milyar $ olduğunu kabul edersek, aynı zamanda önemli bir israf kaleminden de kurtulmak söz konusudur.
Başbakan ve Cumhurbaşkanı arasındaki uyumsuzluk yaşanması ihtimali de vardır. Farklı siyasi partilerden gelen Başbakan ve Cumhurbaşkanı olması durumunda burada anılan uyumsuzluk ihtimali daha da yüksek olacaktır. Nitekim Türkiye, Demirel ve Özal ikilisinin görevde olduğu dönemde böyle bir uyumsuzluğu Dağlık Karabağ’ın Ermenilerce işgali sırasında yaşamıştır. Sonuç herkesin malumudur.
Türkiye’nin gelenekleri açısından da başkanlık sistemi uygun bir modeldir. Çünkü yakın geçmişimizde, Atatürk, İnönü, Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan dönemlerinde siyasi liderler olarak öne çıkmışlardır. Bu liderlerden bazıları Başbakan olarak Cumhurbaşkanına rağmen dönemlerine kendi damgalarını vurmuşlardır, bazıları ise Cumhurbaşkanı olarak Başbakanlara rağmen… ayrıca eski Türk Devletleri’nde de başkanlık sistemi olarak kodlayabileceğimiz bir model hüküm sürmüştür.
Görüldüğü gibi, her iki görüş açısından da olumlu görülebilecek ya da kaygı duyulması gereken noktalar bulunmaktadır. Temel mesele, ülke çıkarları için akl-ı selim ile hareket edilerek doğru bir yolun bulunmasıdır. Mutlak karşıtlık ya da sorgusuz sualsiz taraftar olmak günümüz dünyasında kabul edilebilir bir anlayış değildir. Bu durumda belki de, Sartori’nin ifade ettiği gibi bir ara yol önerilebilir: Alternatif Başkanlık Sistemi olarak adlandırdığı “Yarı Başkanlık Sistemi”…