GÜNEŞ BALÇIKLA SIVANMAZ
Son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim; mesele zihniyet meselesi. Birilerine beylik bir söylem olarak gelse de meselenin zihniyet meselesi olduğu gerçeğini değiştirmez.
Ülkemizde cumhuriyet tarihi boyunca yargının verdiği kararlar ma’şeri vicdanı çoğu kere yaralamış ve kanatmıştır. Hak, hukuk ve hukuğun üstünlüğü kavramları ne kadar sıklıkla kullanılsa da fiiliyatta çoğu kere bir karşılık bulamamıştır.
Zamanın şartları ve hiçbir özel durum haktan ve hukuktan ayrılmayı gerektirecek bir yaklaşımı meşrulaştırmaz.

İstiklal mahkemeleri asla bir hukuk mahkemesi değildi. Hak ve adalet arayışı bu mahkemelerin hassasiyetleri içerisinde yer almamıştır. Öyle ki yargıçlar bile hukukçular arasından seçilmemiştir. İstiklal mahkemelerinin en karakteristik özelliği önce hükmü vermesi sonra göstermelik yargılama yapması şeklindedir. Başta İskilipli Atıf Efendi olmak üzere yüzlerce insan, adı mahkeme olan bu yapılarda vicdanları sızlatacak dramlarla karşı karşıya kalmışlardır.

Hukuk sınırları zorlanarak daha açıkçası bir hukuk katliamı yapılarak muhakeme edilen rahmetli Menderes’in muhatap olduğu ‘seni buraya tıkan zihniyet seni idam etmek istiyor’ cümlesi hak, hukuk ve adaletin aslında bir kıymetinin olmadığının en bariz göstergesidir.
12 Eylül darbesinin baş generalinin ‘bir sağdan bir soldan astık’ söylemi hukuk katliamı geleneğinin son olmayan bir örneğidir.
28 Şubat süreci de yine hukuksuzluğun geleneksel bir yapı arz ettiğinin işaretlerini taşır. Brifingler o dönem yargısının içler acısı durumunu ortaya serer.
Bir doktor karşısına gelen bir hastanın dinine, diline, rengine, kılığına-kıyafetine bakarak muamele yapabilir mi? Sen şöyle inanıyorsun, böyle düşünüyorsun, şunu giyiyor bunu giymiyorsun diyerek tedavi yapmayabilir mi?
Yargıçta öyledir elbette ki. Sanığın dili, dini, rengi, ideolojisi, hayata bakışı yargıcın vereceği kararda asla pay sahibi olmamalıdır.
Cumhuriyet tarihi boyunca yargının, hakim ideolojinin ve siyasi gücün etkisi altında kalmadığı söylenebilir mi? Söylenemeyeceğinin örneklerini yazmaya kalksak kağıt ve kalem yetersizliğinin aşikar olduğunu görmememiz için kör olmak gerekir. 
İşin acı tarafı Ak Parti Hükümetleri döneminde 15 kat büyüme sağlayan, belki var olduğundan bugüne hiçbir dönemde rahat edemediği kadar rahat çalışmalar ortaya koyan camia denen yapının yargı eliyle milletimizin meşru hükümetine ve onun başbakanına yönelik yaptığı çıkışlardır.
Camianın gazetelerinde hükümete ve özellikle Başbakan’a husumet kusuluyor. Bunu anlamak mümkün değil.
Kimse, yolsuzluk yapılıyor da bunu alkışlayalım demiyor. Kim hata/yanlış yapıyorsa elbette ki cezası verilmeli. Verilmeli de bunu yaparken intikam alırcasına, kelle istercesine bir yola girilmemeli.
Bizde ne yazık ki iflah olmaz bir hastalık var. Son hadiseler gösterdi ki bu hastalık herkeste var. Bu hastalık millet iradesine ve sandığa inanmama hastalığıdır.
Demokrasilerde sandık kurulur ve seçim olur. Yeni bir sandık ve yeni bir seçime kadar milletin yeteri miktarda  reyini almış olan siyasiler hükümet kurar ve icraatlerini ortaya koyarlar. Bu süreçte elbette ki yanlış yapmışta olabilirler. Allah’ın adaleti şaşmaz bir adalettir. Bunun hesabı bir şekilde görülür. Asıl hesabı millet sorar. O da sandıkta sorar.
Bugün sandığa ve millete güvenmeyenler her türlü dolap ve desisenin peşine düşmüşlerdir. Bu hükümeti ve başbakanı sandık dışı nasıl alaşağı edebilirizin derdindeler. Bu kez de bunu yargı yoluyla denemeye çalışıyorlar.
Ey gafiller güneş balçıkla sıvanmaz. Sabredin 30 Mart’ta bu hakikati bir kez daha tecrübe edeceksiniz.
Şu muhalefetin haline bakın. 11 yıldır bu hükümetin bileğini bükememişler. Her yolu denemelerine rağmen bükememişler. İşte sandık, işte seçim. Fırsat bu fırsat hani projeleriniz. Hani bu ülke ile ilgili gelecek tasavvurunuz.  
Bu muhalefet anlayışıyla Ak Parti daha çok iktidar olur. Ben şimdiden Ak Partinin 30 Mart zaferini tebrik ediyorum. Allah hayırlara vesile kılsın.
M. Abdulkadir YUSUFOĞLU