Paris saldırıları, İslam karşıtlarının ve karşıtlığının belirginleşmesi adına bir “turnusol kağıdı” işlevi üstlenmiş görünüyor. Bu olayın barbarlık olarak nitelendirilmesinde hiç şüphe yok… İşin ilginç yanı, söz konusu barbarlık eyleminin İslam ve Müslüman karşıtları için  ideal ortam haline dönüştürülmesidir.

Ortalama insanlardan, içinde yer aldıkları toplumlarda etkinliği üst düzeyde olan kişilere kadar her kesimi etkisi altına alan bir tartışma ortamının alevlenmesine neden oldu “Charlie Hebdo” saldırıları. Elbette bu durumun normal karşılanması gerek. Bizim üzerinde durmak istediğimiz ise malum tartışmalar içinde yer alanların ruh halini ve kimlik testini yapmak için çok uygun bir fırsat ortaya çıkarmış olmasıdır. Yaşanan olayın bir barbarlık olduğunun dile getirilmesinin tek başına yeterli olmayacağı, aynı zamanda hepimiz birer “Charlie”yiz demek gerekliliği yönünde bir psikolojik baskı pompalanmakta küresel satıhta… Batı toplumlarının konuya yaklaşımlarında çok hayrete düşülecek bir görüntü bulunmuyor. Kendilerinden beklenen doğal reflekslerini sunmuşlardır ve buna da devam etmektedirler. Bütün Dünya yanarken veya yakılırken umursamaz bir eda ile yaşananları izleyenler, ateşin sıcaklığı kendilerini etkiler hale gelince çığlıklar atmaya başlıyorlar.

Paris saldırıları sonrasındaki çığlıklarda ortaya çıkan ortak nakarat, “Ben Charlie’yim!” şeklinde oldu. Olayın failleri, sadece Paris saldırılarında ortaya çıkmış bir hareketin temsilcileri değillerdi. Özellikle Türkiye’nin yakın ve uzak çevresi açısından bu eylemler sürekli vardı, şimdilerde bile var. En yakın örnek, “Sultanahmet Saldırısı” olmuştur. Henüz tam aydınlatılabilmiş olmasa da ilk izlenimler, her iki saldırının da aynı kaynaklardan beslenmekte olduğudur. Fransız toplumu ve Fransız polisleri hedef alındığında Batı ve yörüngesindeki Batı’lı uzantıları, aralarındaki bütün farklılık ve ayrılıkları unutarak ağız birliği yapmaktalar ve saldırıları çağdaş dünya’nın medeniyet anlayışına yönelen bir barbarlık olarak sunmaktadırlar. Oysa daha çok sıcak bir başka saldırı İstanbul’un kalbinde, İslam coğrafyasının merkezinde yaşandığında olaya bakış açıları basit bir terör ve asayiş sorunu şeklinde tecelli ediyor. Boko Haram, Nijerya’da bir kasabayı kökten kazırken ve Pakistan’da küçücük çocuklar okulda katledilirken, Medeni Dünya küçük yutkunmalarla geçiştiriyor kendilerinden beklenen tepkilerini. Çünkü oralarda “barbarlık mağduru” olan insanlar, Batı’nın sözde evrensel değerlerine “layık” değiller.

Belki söz konusu Batı dışı coğrafyalarda yaşananları, bazıları medeniyet dışında kalmış olmanın doğal sonuçları gibi görebilirler. Peki, medeniyet eşiğinden geçemeyen toplumların bu bahtsızlığında, Batı’nın emperyal günahları hiç mi yok! Asırlara uzanan bu sömürü düzeni, kendi çıkarları uğruna insanlığın kendileri dışında kalan kesimini bilerek ve isteyerek çağdışılık ve yobazlığa mahkum etmemişler midir? Hatta kasıtlı olarak söz konusu toplumlar, vahşet ve barbarlık davranışlarına sürüklenmemişler midir? Bu sorulara kolayca “Evet” cevabı verilmelidir.

Peki, şu anda tablo neyi gösteriyor? Ezmeye ve sömürmeye yemin etmiş insanlığın sözde aydınlık yüzü, kendi günahlarından hiç bahsetmeden ve “amasız” bir lanetleme talep etmektedirler. Sadece bununla da kalmayıp, barbarlık günahını bütün Müslümanlara yüklemek için de yoğun bir çaba içindeler. Nereden beslendiğini çok soruşturmaya gerek duymadan kestirebildiğimiz bir küresel medya patronu olan Rupert Murdoch, hiç de gevelemeden gerçek düşüncesini beyan etti: “Bu medeniyet düşmanı saldırılardan bütün Müslümanlar da sorumludurlar!”

Murdoch, aslında iyi de yaptı düşüncesini açıklayarak. Batı’nın gerçekten ne düşündüğünü bu vesileyle daha kolay görme şansımız oldu. Soğuk savaş döneminin sonrasında, Batı’nın yeni bir düşman peydahlama çalışmalarını Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezine kadar götürdüğümüzde mevcut anlayışın çok daha eskilerden kurgulandığını da anlayabiliriz. İslam medeniyeti, Batı için bir tehdit ve tehlike olarak o günlerde bir kez daha rol biçilen senaryoda yer almıştır. 90’lardan sonra yaşananlar, burada ortaya koymaya çalıştığımız ana fikrimizi destekler çok örneği barındırmaktadır.

Ancak, ilginç şekilde Batı’nın aşağıladığı ve hemencecik düşman olarak sınıflandırdığı kesim içinden gelen bahtsız kişilerin de kendilerini, “Ben Charlie’yim!” kampanyalarının yılmaz savunucusu haline getirdiğini görüyoruz. Türkiye’de de birçok yazılı basın kuruluşu, “Charlie Hebdo” dergisinin saldırılardan sonraki sayısını Türkçe’ye çevirerek yayımlama yarışına katılmışlardır. Yazılı ve görsel medya organlarındaki tartışmalarda, ülkemizin aydın insanlarının takındıkları tavır, yaşanan barbarlık hakkında tam bir “Fransız” olma gafletini taşıyor. Barbarlık faillerine uygun zemini hazırlayanlar, yetiştirip filizlendirenler, kendi emperyal cinayetleri için silahlandıranlar ve hatta İslam karşıtlığı için bütün Dünya Kamuoyu’nu ideal bir kıvama getirmek için canileri cepheye sürenler, bugün “Ben Charlie’yim!” diyen coğrafyanın kendisidir. Ladin’i küresel bir terör gücüne dönüştürenlerin kim olduğunu ABD yetkilileri bizzat kendileri ifşa ettiler. Aynen IŞİD denilen, sözde İslam savunucusu örgütte olduğu gibi. Çok geriye gitmeye gerek yok! Irak petrollerinde Bağdat ve Kürt yönetimi arasındaki anlaşmazlık sonrasında IŞİD, ABD ve Batı’nın ileri karakolu olarak nasıl devreye girdi ve tarafları istenilen ortak çizgiye getiriverdi! Ceyhan’dan uluslararası piyasalara sunulmaya çalışılan Kuzey Irak petrolünü, Kürt Yönetimi tek başına pazarlamak isteğinde diretmesi üzerine IŞİD projesi hayata geçirilmedi mi?

Örnekleri çoğaltmak kolay ancak işin özü şu ki, “Ben Charlie’yim!” diyenler, asıl günahkarlardır. Bu nedenle, “Charlie” olma meraklıları ve sevdalılarına yaşanan barbarlıkların günahlarına ortak olacaklarını hatırlatmak bir borçtur bizim için. Dahası, Batı’nın kendi içinden olmadığı halde onlar gibi davranan veya davranmaya çalışanlara da başka bir hatırlatma daha yapmak gerek: Kompradorların akıbetleri, mağdurlardan ve mazlumlardan çok daha kötü olmuştur tarih boyunca!

Bitirirken, konjonktüre uygun bir anekdot olarak 11 Eylül saldırıları sonrasında bir İslam karşıtı fırsatçı medya mensubunun Muhammed Ali’ye yönelttiği bir soru ve aldığı tarihi cevabı aktaralım.

“- Gazeteci: Binlerce insanın katili olan canilerle aynı dinin mensubu olarak ne hissediyorsunuz?

-Muhammed Ali: Milyonlarca mazlum insanın katili olan Hitler ile aynı dinin mensubu olarak sen ne hissediyorsan, ben de aynısını..!”

Sağlıcakla kalın!