Merhaba…
              Bir zaman gelip kendi eliyle kendini öksüz ve yetim bırakacak kıymetli Anne ve değerli Baba!
           Ben, sen, biz, siz belki de hepimiz - kuyruğunu yiyen canavar misali- kendi çocuklarımıza kendimizi nasıl terk ettirebilirizin derdine düşmüş ve adeta bir birimizi geçmenin talihsiz yarışına girmişiz vesselam. Hani hepimizin olur olmadık zamanlarda söyleyiverdiği bir söz vardır. “Ana gibi yâr; Bağdat gibi diyar olmaz” diye. Babalar bu sözün neresinde kalır bilemem ama bildiğim bir şey var ki bu gidiş hiç de hayra alâmet değil.
          Nasıl ki o güzelim Bağdat şehri artık - zalimlerin elinde gelinliği param parça edilmiş ve hevesi kursağında bırakılmış bir gelinciğe döndürülmüşse - günümüz bir takım sözde kadın müsveddelerinin edep ve hayadan yoksun bir ruh haliyle bedenlerini  ulu orta ifşa etmenin çağdaşlık yoksulluğunda; bir su damlacığı iken insanlığa ilk adımını attığı - o ana rahminin ve doğduktan sonra kendisine hayat kaynağı olan o süt organlarının kutsallığını yok edip, bedenlerine birer et parçası nazarıyla bakılmasına vesile oldukları sosyopat pespayelikleri şerefine- Analık denen tarifsiz güzellikte yok oldu olmak üzere.
           Hayat saatinin alarmını  hep kazanmaya ve bütün dakikalarını zevk almaya kurmuş hedonist ve ethosu kayıp survivor ruhlu günümüz insan(cık)ları arasında Anne’liğin; Baba’lığın ve bu iki kutsal varlığın içerisinde mündemiç olan mukaddes ve daha önemlisi ilahi bir emrin tecellisi aile mevhumu ne acı ki gün be  gün gözlerimizin önünde erimekte ve her bir adımda, parçası kaybolan yap boz misali tamamlanamaz bir resim haline dönüşmektedir.
         Başta bizi emziren Annelerin bir şeye mutlaka kadın eli değmeli ironisi ekseninde sosyo kültürel ve demografik olarak değişime sorgusuzca girme telaşıyla  kendi pimini çektiği ve kadınlar da her şeyde ve yerde söz sahibi olmalı dürtüsüyle başlayan ve herkes çalışıyor benim de çalışmam lazım, onlardan ne eksiğim var vesvesesiyle pik yapan paradoks ruh hali. Çok yoğunum, bir türlü bitmeyen işlerim var,  ve çocuklara zaman kalmıyor safsatalarıyla bir neslin kimi zaman bir bakıcı eliyle ve kimi zaman kendi elleriyle şuursuzca büyümeye terk edildiği ve çoluk çocuk herkesi televizyonun ve internet’in emzirir olduğu ahir zaman arefesinde bizi biz yapan ve benliğimizin en güzel sınırlarına çekilen çitler bir bir kırılmakta   ve bizi insanlık çizgisinde sınırlayan masumiyetler ortadan kaybolup gitmektedir.
          Ve sonra büyük bir sevinçle dünyaya getirdiğimiz lakin sonrasında dünyalık hevesler uğruna her ne pahasına olursa olsun kazanmalısın psikolojisi ile düzenin içerisine yama etmeye çalıştığımız dışı yedi düveli ama içi bizi yakan ruhsuz çocuklarla dolup taşan cadde ve sokaklar. Neye sevinip neye üzüleceğini bile bilmeyen, sürekli gelecek kaygısı taşıyan, bakışları hep endişeli, korkak ve sürekli iki ileri bir geri yürüyen çocuklardan ve onlarla ilgilenemediği için her an suçluluk duygusu taşıyan  biyolojik anne ve babalardan oluşan bedenleri yakın ruhları fersah fersah bir birinden uzak bireylerden oluşan (!) ailecikler. Sözde anne ve  babası var olan ama duygusal olarak öksüz ve yetim bıraktığımız çocuklarımız.
         İşte bu duygusal birlikteliğin  kendilerince kopartıldığını bilen ebeveynlerin her gün yaşadıkları bu suçluluk duygusu yüzünden   sürekli, şeker, çikolata, oyuncak, elbise ve dahası pahalı telefonlar ve tabletler alınarak telafi yoluna gidilen ve belki de evlatlarıyla yüzleşecekleri o anın gelmesinden korkup “bizimle ilgilenseydiniz bunlar olmazdı” lafını duymamak için bir çok hataları görmezden gelinen, her defasında daha çok zehirlenen çocuklar. Her şeyi küçük yaşta tadan, tattırılan, istiyorum ve hemen şimdi kültürüne sahip, şükran duyguları körelen ve zamanla sülalesinde ve çevrede tanıdığı/tanıştığı en sondaki insandan başlamak üzere ailesine kadar kimseye minnet etmez hale gelen gepe genç  kızlar ve erkekler.
       Gün geçtikçe  aile anlayışının ve bir birimize aile bağları ile bağlı olarak yaşamanın mümkün  olmadığı başta evlerimiz olmak üzere tüm zaman ve zeminlerde büyükleriyle uzun süreli konuş(a)mayan, göz teması kurmanın nerede ise imkansızlaştığı, sohbet denen şeyin hep birlikte kuru yemiş ikramlı çay içebilmekten ziyade, Amerikan tarzı mutfaklarda dizi keyfinden arta kalan mayışma seanslarında kuru nasihatten ve alış veriş serüvenlerinin anlatılmasından öteye gitmediği yapmacık aile yaşantıları.
       Tüm bu yapmacıklığın arka bahçesinde unutulan ve  huzuru yanlış yerde arayan / arattırılan  on beşinde kızlarımız ve erkeklerimiz. Ne yazık ki eksik kalan yanlarını, ecnebi tandanslı Türk usulü kült dizilerde, Sinead O'Connor kılıklı sözde sanatçıların dış görünüşünde, kendini ispat etmenin en kolay şifresi olan  kafelerde, gece dolaşılan caddelerde, pastanelerde, bilgisayar başında tamamlamaya çalışmakta  ve dahası bir telefonun kucağında  internet denen second life dünyada huzur devşirmenin garabetinde kaybolup gitmekteler.
      Peki ya sonra…
      Sonrası malum. Tertemiz dimağlarına para kazanma / harcama hırsının ve şehvetin kirli suyu sıçrayan , dünya denen oyun alanını  bir ev, bir araba ve kendisini geçindirecek bir evden çok daha şeye sahip olunması gereken bir mekan algısına dönüştüren,  öleceğini unutmuş, geleceğini ise mutlu olmak için atlayabildiğim kadar level atlamalıyım bencilliğinde yoğuran narsis bir nesil. Daha kötüsü bunca karakter yoksunluğunun üstüne, bir de her şeyi tüketilebilir gören ve bu giderse ya da biterse  yerine yenisi zor değil düşüncesini benimseyen bir insan,  filmin orta yerinde huzuruna mani olan kim olursa hayatından silmekten çekinmeyecektir.
 
      İşte en acı olan son budur ki bu hale gelmiş bir insan, değil dostuna, arkadaşına, komşusuna ve akrabasına, canı istediğinde imkanları ölçüsünde karısına, kocasına, evladına dahası  annesine ve babasına kredi kartıyla aldığı ve beğenmezse iade edebileceği bir meta gözüyle bakıp, gerekli gördüğünce  kapı dışarı etmekten ya da kendi hallerine bırakıp terk etmekten utanmayacak, korkmayacak ve yapacaktır.
       Yok canım daha neler diye durun. Yirmi yıl önce kalesi içten feth edilen ailelerimizin, yirmi yıl sonraki halinden bahsediyorum. Oh,  daha varmış aymazlığıyla içten içe yapacağımız esprisinin ne yeri ne de zamanı. “Televizyonla , akıllı telefonlarla ve hepsinin  zehir hocası internetle baş başa bırakıp bilmeden öksüz ve yetim muamelesi yaptığımız bu çocuklar, yirmi yıl sonra da emin olun bizleri, sizleri nasıl ki şimdilerde köylerde unutulan(unuttuğumuz bel ki de)  yaşlı anne(lerimiz) ve babalar(ımız) gibi  hülasa Anne ve Babasını çağdaş insan konservesi haline gelen apartman dairelerinde bir başına koyup öksüz ve yetim muamelesi yapacaktır.
        Ben demiyorum. Televizyon diyor. İnternet diyor(!) Men dagga dugga diyor…