Din, yöneten ve yönetilen ilişkisine bağlı olarak ister birlikte ele alınsın isterse ayrı alınsın insanlık tarihiyle ortaya çıkmış bir olgudur; çünkü insan varoluşundan itibaren bir şeylere inanma ihtiyacı duymuşlardır. Kimisi bir taşa tapmıştır, kimisi puta yada doğa olaylarına…


Devletler, henüz devletleşme sürecine geçmeden öncede toplum da bir din olgusu vardı. Daha sonra devletler bu süreyi tamamlayınca din ile siyasetin ve devlet yönetiminin  birlikte yürütüldüğü görülmüştür. Örnek verecek olursak, M.Ö ki devletlerde devletin başında bulunan kral, hem bir devlet yöneticisi, hem bir ordu komutanı, hem de dini lider konumundaydı. Hatta çok tanrılı dinlere inan toplumlarda rahiplerin siyasi yapının en üst iktidarında bulunduğunu, tüm sosyal yapının dini kurallara göre belirlendiğini görmekteyiz. Burada kralların tanrılık iddiasın da bulundukları görülmektedir.  Burada Mahatma Gandhi’nin bir sözü bulunmaktadır , “Dinin siyasetle ilgisinin bulunmadığını söyleyenler, dinin ne demek olduğunu bilmeyenlerdir.”  demiştir. Bundan dolayı devletlerde yeni bir anlayış ortaya çıkmıştır, “Tanrı tarafından irade olunan kraliyet tipi ortaya çıkmıştır.”
 
Yahudilikte, devletle dinin eşit olduğunu, yine insanların devlete özel bir ilgi gösterdiği görülmüştür. İsrail de kralların ilahi krallıkla başa geçtiklerini görmekteyiz. Bir nevi eski Türk devletlerindeki kut anlayışına benzetilmektedir.
 
Yine Roma’da kralın tahta çıkışı benzer bir şekilde olmuştur. Çin’de de kralların yaptığı bütün işlerin ilahi bir görevlendirilme sonucu olarak değerlendiriliyor. Kabile düzeninin egemen olduğu Arabistan’da Hz. Muhammet zamanına kadar her Arap kabilesinin kendi tanrısı vardı. Hristiyanlıkta da “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrıya vermek” şeklinde bir anlayış vardı.
 
Askeri bir yapıya sahip olan Osmanlı devletinin “İslamiyetin Sünni-hanefi versiyonu” olduğu düşünülmektedir. Bir olarak kurulan ve daha sonra devletleşme sürecini tamamladıktan sonra Osmanlı yönetiminde en üst kademesinden tutun, en alt kademesine kadar dini alanın olduğunu görüyoruz. En başta da, Osmanlı devletinin hukuk sistemi örf-i hukuk ve şer-i hukuk olmak üzere iki taneydi. Örf-i hukuk, toplumun örf, adet, gelenek, görenek, ahlaki yapısına göre düzenlenmiş bir hukuk sistemi idi. Şer-i hukuk ise alınan kararların İslam dinine uygun bir şekilde olmasına bakardı.  Hukukun başında da şeyhülislam bulunmaktadır.  Şeyhülislamın görevlerinden biri fetva vermekti. Padişahlar, devlet için alınacak her hangi konularda şeyhülislamlardan fetva alırlardı. Bu konu ile ilgili bir olaydan örnek verecek olursak,  Dönem Kanuni Sultan Süleyman  dönemi…Padişah ordusu ile savaşa gider ve savaş meydanına padişahın otağı kurulur. Bu otağı da ayakta tutan bir merkez direği vardır. Bu direk olmazsa otağ yıkılır; fakat bu otağının kurulduğu yerde karınca yuvası bulunmaktadır. Padişahın hizmetçilerin biri bu duruma bir çözüm getirmek ister ve Hünkara ne yapılacağı konusunda soru sorar. Hünkar da bu konuda şeyhülislama bir mektup yazar, mektup şöyledir;
- Otağımın direğini karıncalar sarınca,
- Bir mahsuru olur mu karıncayı kırınca?
Ve mektubu dön emin şeyhülislamı Ebu Suud efendiye gönderir.
Bunun üzerine şeyhülislamda aynı üslupla şöyle der;
- Yarın Hakkın divanına varınca,
- Süleyman’dan hakkın alır karınca!
Bunun üzerine Hünkar otağını başka yere kurdurur. Yine burada en küçük konularda dahi din ve devlet ilişkisinin iç içe olduğu görülmektedir.