Saltanat, bir ülkeyi, milleti, ümmeti ya da imparatorluğu yönetme hakkının tek bir hanedanda yani tek bir ailede toplandığı yönetim sistemidir. İktidarın tek kişide toplandığı yönetim biçimidir. Genellikle yönetim hakkının babadan oğula geçtiği bir sistemdir. Kurtuluş Savaşı sonrasında Atatürk ve silah arkadaşları, Saltanat ile Hilafeti ayırmış ve 1922 yılında saltanatı kaldırarak bir anlamda Osmanlı Devleti’nin resmen tarih olmasını sağlamışlardır.

O dönemin koşulları gereğince ülkenin ve toplumun gelişmesi önündeki engellerden birisi olarak görülen Saltanat, acaba gerçek anlamda kaldırılabildi mi? Bu sorunun cevabını günümüze doğru yaşanan ve halen yaşanmakta olan bir takım uygulama ve anlayışlar doğrultusunda bulmaya çalışacağım.
Öncelikle “Egemenlik, kayıtsız ve şartsız milletindir!” anlayışının, otoritenin belli bir soyun temsilcilerine teslim edilmesi olan saltanat ile bağdaşmayacağı açıktır. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti projesi içinde saltanatın yeri olamaz. Ancak sadece ülkeyi yönetme hakkına irsi olarak Osmanlı soyundan gelenlerin sahip olacağı yönündeki uygulamayı sona erdirmekle, bir ülkedeki saltanatın ya da sonraki yıllarda çok sayıda örneğini gördüğümüz saltanatların noktalanacağını düşünmek de bir gaflet olacaktır.

Bir yönetim biçimi olarak saltanat, 1922 yılında ortadan kaldırıldı. Artık Osmanlı hanedanlarının iktidar hakkı kalmadı. Ancak Osmanlı hanedanlığının yerine ülkedeki yeni hanedanlıkların saltanata kavuşması yolunun hala açık olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Atatürk’ün ölümünden sonra İnönü, kimi zaman resmi kimi zaman da gayrıresmi biçimde iktidarını Ecevit’e CHP Genel Başkanlığı koltuğunu kaptırıncaya kadar sürdürdü. Bu değişim esnasında İnönü’nün ortalama insani yeteneklerinden önemli derece yoksun halde olduğunu belirtmeye sanırım gerek yok. Ciddi işitme kaybı ve fiziksel yetersizlikler içinde seçim yarışını kaybetmişti. Nitekim kısa süre sonra da ebediyete göç etti. 1980 cunta yönetimi sonrasının siyasi denkleminde İnönü ailesinin o günlerdeki temsilcisi olarak Erdal İnönü’nün bayrağı teslim alma iştahı bilinmektedir. Koalisyon hükümetinde kadim rakip Demirel ile ittifak yapıp Başbakan Yardımcılığı’na kadar uzanan bir iktidar macerası yakın tarih kayıtlarında yer alıyor.
1970’li yıllarda mensubu olduğu parlamento üyeliğindeki dokuzuncu başvurusunu bugünlerde yapan Baykal için de sözünü ettiğimiz saltanat hırsının şiddeti dikkat çekicidir. Seksenlere dayanan yaşına rağmen ve bundan sonra ülkeye ve CHP’ye ne şekilde katkı sağlayacağı ise bilinmeyenler arasında… Yıllarca liderliğini yaptığı partisinde milletvekili olarak acaba ne tür bir hedef ve katkı planlıyor anlamak zor. Aynı cenahtan Ecevit’in durumunda da çok farklılık göremeyiz. En son Başbakanlığı dönemindeki sağlık koşullarının uygunsuzluğuna rağmen görevinde kalma azmini nasıl açıklayabiliriz? O günlerden traji-komik görüntülere uzanmak ortalama hafızalar için hiç de zor değil. Kendisinin uzak kaldığı iktidar gücüne ölümünden sonraki dönemde Rahşan Hanım’ın yeniden erişme denemelerini de yakından izledik. Söz konusu güç elde etme hırsını sadece burada saydığımız simge isimlerle sınırlamak doğru olmaz. Bakanlardan, Milletvekillerine ve parti örgütlerinde görev alan kişilere kadar aynı saltanat iştahını ülkemizin sosyal demokrat kanadından çokça örnekleyebiliriz. Kimsenin elde ettiği konumundan feragat etmeye, geri adım atmaya, ortalama yurttaş olmak durumuna dönme niyeti neredeyse yok gibi…
Muhafazakar ve milliyetçi kanat açısından durum ne kadar farklı ki… Erbakan konuşmak için kürsüye dahi asansörle yükseltilmeye muhtaç bir haldeyken acaba ülkenin yönetiminde ne yapabilirdi? Nasıl katkı sağlayabilirdi? 60’lı yıllardan itibaren yaptığı siyasi mücadele ile kazandığı itibarını, belki de yukarıda basitçe sembolize etmeye çalıştığımız iktidar hırsının kurbanı ederek kaybetti. Ölümünden sonra Erbakan hanedanlığından gelen iktidar olabilme talepleri hala devam ediyor. Türkeş ise, ölümüne kadar liderliği sorgulanmayan isimler arasında yer alıyor. Bir yarışa girmeden siyasi hareketin liderliğini sürdürmeyi başardı. Ancak Türkeş’in de son yıllarındaki fiziksel ve zihinsel enerjisini düşündüğümüzde, herhalde kendisinden daha çok katkı sağlayacak bir ülküdaşı vardı. Ama aynı şekilde Türkeş de konumunu kendi isteği ve rızası ile devretmeyi düşünmedi. Ölümünden sonraki tablo yine çok bilinir özellikler taşımaktadır. Oğul Türkeş, siyasi hareketin liderliğine derhal soyundu. 1997 MHP Kongresi’nde yaşananları en iyi milliyetçi kesim hatırlayacaktır. Parti delegasyonunun iradesi oğul Türkeş’i benimsemeyince, yandaşlarının gerçekleştirdiği “kürsü darbesi”, bu kesimden yükselen saltanat hırsını çok güzel anlatmaktadır. Sonrasında Bahçeli’nin tecrübelerinden aldığımız görüntü, diğer siyasi hareket ve kimliklerden çok farklı değil. Kaybettiği onca seçim yarışına rağmen, konumundan ve koltuğundan inmeye hiç gönlü yok gibi…
Çankaya Köşkü’ndeki durakta bekleme süresini doldurmasına rağmen, Anayasa değişikliği ile rotasyondan kaçmaya çalışan Demirel, istediğini elde edemediği için büyük hayal kırıklığı yaşadığını bugünlerdeki davranışlarıyla bile göstermektedir. Kendi siyasi hareketi tarih olduğu için geçmişteki rakip siyasi hareketlerle dirsek teması ve yönlendirmelerine devam ediyor. Onca gelip gitmelerine rağmen, kırk yılı aşan bir süre saltanat sahibi olmasına rağmen ve bu yaşına rağmen, Demirel’deki bitmez tükenmez bu hırs, doğrusu şapka! çıkarılacak cinsten… Demirel’in Çankaya Sakini ismini verdiği Özal’ın durumunu da gözden geçirmek gerekiyor. Bürokrasi’nin zirvesi Başbakanlık Müsteşarlığı’ndan, siyasetin zirvesi Çankaya Köşkü’ne ulaşmış bir isim olan Özal, son noktada Köşk’ün etkisizliğinden şikayetle “Yeni Parti” kurma maceralarına yönelmişti ancak ömrü kifayet etmedi. Özal ailesinden simaların siyasi pozisyon kapma denemeleri ise başarısızlıkla sonuçlandığı için çok fazla gündem bulamadı.
Adalet ve Kalkınma Partisi, burada yapmaya çalıştığımız değerlendirmelerin toplumda nasıl karşılık bulduğunu bize göre doğru analiz etmiş olmalı ki, “üç dönem kuralı” olarak bir sınırlandırmayı benimsedi. Söz konusu kuraldan en azından şu ana kadar bir sapma olmadı. 7 Haziran seçimlerinde de uygulanacağı açıklandı bu kuralın. Ancak pratikte, AK Parti açısından da saltanat hırsına yenik düşülen örnekler görmek mümkündür. Ortalama bir insan ömrü kadar belediye başkanlığı yapan ve sanırım ilelebet devam edecek olan Melih Gökçek, hala AK Parti üyesidir. Parti örgütlerinde ve diğer yerel yönetim birimlerinde AK Parti üyesi olan saltanat hırsının esiri olmuş örnekleri çoğaltabiliriz. Büyük ihtimalle üç dönem kuralı nedeniyle yolu kesilen birçok ismin, başka siyasi projelerle “yola devam” etme girişiminde bulunacağı günlere doğru yürüyoruz.
Yerel ölçekte Karaman açısından da saltanat hırsını görebileceğimiz örneklerimiz bulunmaktadır. Yaş haddinden kamudan zorunlu emekli olduktan sonra yer aldığı siyasi konumundan vazgeçmeyi düşünmeyip yeniden belediye başkanlığına aday olan ismi az çok hepimiz biliyoruz. Başka projeler için konumunu, kooptasyon yöntemleriyle emanete bırakan siyasi parti yetkililerini de tanıyoruz. Belediye başkanlığı ve parti teşkilatlarındaki görevlerini adeta bir meslek gibi sürdürmekte olan hemşerilerimiz var. Hatta siyaseti, bireysel meşguliyetlerinin payandası olarak gören ve bu yolla yakaladığı sinerjiyi kaybetmekten ölesiye korkan insanlarımız ülkenin dört bir yanına dağılmış haldeler…
Bürokrasi cephesinden bakılırsa da durum çok farklı değil. Kamu bürokrasisinde belli pozisyonlara ulaşan kişiler, bir daha başka görev ve pozisyonlara gitmeyi pek düşünmemektedirler. Özellikle daha alt bir pozisyon akıllarından geçmez halde. Bulundukları görevin ne ölçüde ifa edildiğine yönelik objektif bir değerlemeyi ne kendileri yapıyorlar ne de sistemin böyle bir kaygısı var. Bir kez terfi ettikten sonra ve daha üst bir hedefi de yoksa artık yatma ve istirahat zamanı gibi bir algı hakim bürokrasi mensuplarında… Zaten kendi istekleri dışında bir atama ve yer değişikliği olması da çok kolay değil. İdare Mahkemeleri, sadece herhangi bir ceza almamış olmayı yeterli başarı ölçütü olarak görmekte ve derhal eski görevlerine iade edilmesine yönelik kararlar vermektedir. Dolayısıyla bürokratlar için de, bir kez elde edilen konumdan kendi istemediği, ölmediği ve yaş haddinden emekli olmadığı sürece “yola devam” etmek mümkün. Performans, verimlilik, başarı gibi çağdaş kavramların dikkate alınmadığı bir yönetsel sistem, bürokratların da saltanatına cevaz veriyor. Üstelik bu kesimlerin de kendiliğinden çekilmeleri çok doğal bir durum değil. Bugün Türkiye’de kamunun kullanmakta olduğu araç sayısı, 150 bin civarında hesaplanıyor. Bu rakam, Japonya’da 12 bin, Almanya’da 15 bin, ABD’de 30 bin’den az… İlçe Müdüründen itibaren bürokratların her birisinin makam aracı kullandığı bir ülkede yaşıyoruz. Yasal olarak sadece Vali ve Kaymakamlara tanınmış olan bu hak, ulusal satıhta bütün bürokratik makamlarca istismar edilmekte. 100 binden fazla kamu lojmanı, piyasa rayiçlerinin çok altında neredeyse gülünç bedellerle bürokratlara barınma imkanı sağlıyor. Sayısı 10 bini bulan adı eğitim tesisi olan ancak fiilen kamu bürokratlarına tatil ve eğlence imkanı sunan sosyal tesislerimiz var. Üstelik bu tesislerin bakımı ve onarımı da devlet kasasından karşılanmaktadır. Böyle bir durumda acaba kim feragat eder, kim gönüllü olarak koltuğunu terk eder?
Sonuç olarak ülkemizde saltanat resmen kaldırılmış olsa da pratikte mitoz bölünme yoluyla çoğalarak varlığını sürdürmektedir. Sanırım Atatürk, bugünleri görebilseydi Osmanlı Saltanatı’nı kaldırmayı düşünmezdi. Çünkü artık her yerde her kurumda saltanat mensupları oluştu ve toplumumuz tarafından da bu durum yadırganmaz bir noktaya ulaştı.
Ancak unutmamamız gereken nokta şudur; demokrasi bütün halkın katılımıyla yeşerir, gelişir. Yeryüzünde yeri doldurulamayacak insan yoktur. “Benden sonrası tufan” efhamına kapılmak yersizdir. Bu millet, tarih boyunca sayısız cevherler üretmeyi başarmıştır ve gelecekte de böyle olacaktır.
Sağlıcakla kalın!