‘Çok iyi Arapça bilirim, Arap edebiyatına tamamen vakıfım. İngilizcem de var. Türkçem çok kuvvetlidir. Sizden münasip bir vazifeye yerleştirilmem hususunda tavassutunuzu ricaya geldim.’ (1)       Bu sözler 1947 yılında gazeteci Nusret Safa COŞKUN’a yazıhanesinde söylenmiştir. Bir iş/vazife için aracılık talebinde bulunan bu kişi kim mi? isminden belki en fazla söz edilen, şiirleri dillerde dolaşan, sohbetleri süsleyen, bağımsızlık manifestomuzu yazan, istiklal/milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un oğlundan başkası değil elbette ki. Akif’in oğlu Emin ERSOY. 
‘Benim için iki şey mukaddestir: din ve dil’ (2) diyen ve bu söylediği hususların gereğini de bihakkın yerine getiren İstiklal Marşımızın yazarının oğlunun yani Emin Ersoy’un hüzünlü hayatına bir göz atalım. Atalımda bakalım değerlerimizi nasıl yemişiz. Onları nasıl ayaklar altına almışız. Çiğnemişiz. Yok saymışız. Tükürülecek bir yüz bile bırakmamışız kendimizde.
Dücane Cündioğlu’nun Akif’e Dair adlı kitabından ‘Emin Ersoy’un hüzünlü hikayesi’ başlıklı yazıdan okuyalım.
‘Yıl 1966… mekan Milliyet Gazetesi… anlatan Çetin Altan… Bir öğle sonrası… Bayram içeri girdi, ‘sizi biri görmek istiyor’ dedi.
-Buyursun…
İçeri traşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırolu andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla;
-Bendeniz, dedi, Mehmet Akif’in oğluyum…
Bir anda ne olduğumu şaşırdım ve nasıl şaşırdığımı bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine: ‘Oooo buyurun, buyurun, nasılsınız…’ türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım. O tavrını bozmadı: ‘Rahatsız etmeyeyim’ dedi; ‘Sizden ufak bir yardım istemeye gelmiştim…’
Gökler mi tepeme yıkıldı; yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum…
Ve tek yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkarıp uzattım. O, bükük boynuyla: ‘Siz ne münasip görürseniz’ dedi. Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. ‘Durun bakalım neyimiz varmış’ gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım, -fazla bir şey de yoktu- elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırın sadece bir 10, yahut 20 lira aldı…
-‘Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim’ dedi ve çıktı.
Aradan bir ay geçti geçmedi; Gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme: Beşiktaş’ta ki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif’in oğlunun ölüsü bulunmuştu…
Evet Çetin Altan böyle anlatıyor hadiseyi.
Acıklı bir hikaye değil mi? Peki acınacak olan kim? O mu yoksa onu bu hale düşürenler mi?
Yine aynı kitapta bahsedilen Emin Ersoy’un Kırıkhan hapishanesinden yazdığı mektubun içeriğine bir bakalım.
‘Kırklareli’nde vazife-i askeriyemi ifa ediyordum. Arapça bildiğim için ara sıra arkadaşlarıma Kur’an okur, ayetleri tefsir ederdim. Bu hareketim irtica mahiyetinde görüldü. Divan- Harbe tevdi olundum ve tevkif edildim…’ mektup uzayıp gidiyor. Nasıl firar ettiğinden, nerelere gittiğinden ve nasıl yakalandığından bahsediyor.  Neticede Berekatzade Cemil Beyden mektup yolu ile yardım istiyor. 
Emin Ersoy askerde Kur’an okuduğu için Divan-ı Harbe veriliyor. Suç: İrtica, suç aleti: Kur’an. Sonrasında ondan nasıl bir hayat beklenebilir ki. Kendisine de vefasızlık ettiğimiz Akif’in, oğluna da bütün kapıları kapatıp, takibatlar yapınca mukadder son kaçınılmaz oluyor. Berduşluk ve çöplükte ölüm. 
Bu hadise bizlere elbette ki bir şey daha hatırlatıyor. Neyi mi? Tabi ki 28 Şubat sürecini. O süreçte de irtica bahanesiyle aynı hikayeleri yaşamadık mı? Kendi çocuklarımızı yemedik mi? 
Başımı yerden kaldıramıyorum. Utanamıyorum bile…