*
15 yıl kadar önce Karaman'da, ailesi ve kendisi uzun zamanlardan beri matbaacılık ve mahallî gazetecilik ile uğraşan bir hemşehrimiz ile sohbet ederken, konu konuyu açtı, Karamanoğulları, Mevlana falan derken, kendisi Yunus Emre'den bahsetti ve bana
- Yahu ben bu Yunus Emre şiirleriden bir şey anlayamıyorum, dedi.
Ben de kendisine bilgim dâhilinde, Yunus Emre'nin yaşadığı zannedilen zamana ve coğrafyaya ve Türkçe'nin o en az 7-8 yüzyıldan beri geçirdiği serencama dair bir şeyler anlatmak istedim.
Ancak o büyüğümüzün Yunus Emreyi anlamak gibi bir derdi yoktu, zaten, lafın gelişi öylesine söylemişti.
Ben de kendisine, bazı konuların önce akademik insanlar tarafından araştırılıp, oradan süzülenlerin bir şekilde ahaliye intikal edeceğini anlattım.
Bu büyüğümüz bana sinirlendi, ben de kendimi tutamadım
- sen Yunus Emre okumayacaksın, sen "silifkenin yoğurdu", "meram bağları", "gaydur gublak cemilem" dinleyeceksin, demiştim
Onun için, gerektiğinde "Yunus Emre Karamanlıdır" diye hüküm vermek kâfi idi. *
Birkaç sene önce, çalıştığım yerdeki oda arkadaşım, bir sabah odaya girdi...
- sorma Doğancığım? dedi
- hayırdır!, ne oldu? dedim.
- bugün yeni bir şey öğrendim, çok şaşırdım, dedi.
- eskiden, meğer İstanbul'da fakirler varmış, dedi.
- Ramazanlarda, paşalar, vezirler, konaklarında fakir-fukaraya, garib-gurebaya yemek dağıtıyormuş, dedi.
Bu arkadaşımız, aynı zamanda en az 35 yıldır, Osmanlı Arşivi'nde çalışıyor, elinden belki geçmedik vesika kalmadığı gibi, aynı zamanda Osmanlı zamanının muhtelif konularına dair kitap formatında vesika yayını ile de uğraşan bir kişi. Memleketimizdeki «aydın/münevver» zümrenin içinde muhtelif saikler ile bir Osmanlı aleyhtârlığı olduğu gibi, bir de «Osmanlı hayranlığı» üzerine bütün hayatını binâ etmiş, hattâ bu hayranlık edebiyatı üzerinden para kazanan insanlar var.
İnsanlar tarihe niye düşman veya hayran olur?
Bu normal insanın anlayabileceği bir psikoloji değildir.
Tarih hayran veya düşman olunacak bir konu değildir, bilinecek bir konudur. Yukarıda bahsettiğim bu arkadaş gibi pek çok kişinin muhayyilesinde, bir «Osmanlı Asr-ı Saadeti» var.

Bu hayal âleminde gezen bilgisizlerin içinde siyasetçiler var, tarikat ve cemaatçiler var, kendine aydın veya münevver diyenler var, akademisyenler var, akademisyenler!!!
Pekçok bilgi sahibi olmadan bu yola girenler olduğu gibi, tarihi hakkıyla okuyamayanlar, çözümleyemenler ise daha çok mikdârda var.
Halbuki tarih bir süregelen ve süregiden bir süreçtir. İnsanlar, toplumlar, devletler kendi zamanının ihtiyaç ve şartlarına göre, kendi çapında gelişir. Osmanlı zamanında «Osmanlı» dediğimiz toplum, huşû içinde dervişâne bir hayât yaşamıyordu. O zamanlar yani 600 yılın tamamında, her gününde, toplum içinde huzursuzluk vardı, kıtlıklar vardı, açlıklar vardı, sapkınlıklar vardı, ayrı baş çekeni, eşkiyası, cinâyetleri vardı, ve en önemlisi her daim dış düşmanları vardı. geçen gün Enver Paşa ve İttihatçılara dair yazacağım bir yazı için Sevket Süreyya Aydemir'in "Suyu Arayan Adam" adlı kitabında, bir konuya bakmam icab etti... Kitâbı gözden geçirirken, bir pasajı okuyunca, yıllar önce başka bir çalışma esnâsında tesâdüf ettiğim bir vesika gözümün önünde canlanıverdi.
şimdi çoğu tarikatler, cemaatler ve bunlara tâbi olmuş birçok akademisyen ve popüler tarihçiler diyorlar ya
"osmanlımızı yıktılar, cumhuriyeti kurtular, dinimizi diyânetimizi unutturdular, bir gecede harf değiştirip, bizi cahil bıraktılar"
*
malum yıllarımız osmanlı arşivi'nde osmanlı yazısını ve tarihini okuyarak, araştırarak geçti.
bir raporda râstlamıştım.
anadolu'da bir bölgemizde daha doğrusu İçinde Ermenek, Gülnar, Anamur, Silifke, Mut'un da olduğu ve o zaman "İçil Sancağı" denilen bölgede yol çalışması yapılmak isteniyor, oraya fizibilite çalışmaları yapmak üzere bir mühendis gönderiliyor. mühendis yol güzergahı belirlemek için orada, adım adım, köy köy, çadır çadır geziyor ve bir rapor yazıyor.
oraların sosyo-ekonomik durumundan bahsedip, aşiret-aşiret, köy-köy ahaliye dair bilgi veriyor. şu ân hâtırlayabildiğime göre, sene 1880'lerin sonu veya 1890'ların başı idi galiba.
mühendis diyor ki, - bu insanlar sanki yüzyıllar öncesinde kalmış, bunların komşu köyden ve komşu aşiretten başka kat'i surette hiçbir şeyden haberi yok, sorunca "elhamdülillah" diyorlar ama, bunların hiçbir surette islâm ile de alakaları yok, bazı köylerde "sıbyân mektebleri" var ama bu mekteblerde ders veren hocaefendiler de okuma-yazma bilmiyorlar. Bu coğrafyada karanlık bir devir yaşanıyor. Buraların iktisâdî hayatı umûmiyet üzere hayvancılığa ve hüdâ-yı nâbit (allah vergisi) olarak yetişen muhtelif meyvelere dayanıyor, ancak ahâlisinin geriliği yüzünden bunlar hakkıyla değerlendirilip, iktisâdî değerlerine

ulaştırılamıyor, diyor ve kendince ne yapılması gerektiğine dair hâl çârelerini izâh ediyor.
Ben Osmanlı Arşivi'nde yine aynı tarihlere dair buna benzer çok raporlar okudum. Bizzat "Karaman-Mut-Silifke" yolu için de yapılmış bir çalışmaya dair de rapor olup, muhtemelen o tarihlerde devlet herhalde bir şeyler yapmak istiyordu. Başka bölgelere dair de benzer raporlar okumuşluğum vardır.
Bazı çalışmalar yapılıyor zamanımızda. Falan şehirde Osmanlı zamanında eğitim faaliyetleri!
Tamam, falan şehirdeki falan medresede yapılan tedrîsât çok özeldir, çok değerlidir ancak, kocaman bir coğrafyanın insanları da medreselerde eğitim gören 3-5, 30-40 kişiden ibâret değildir.
Hatta yine Osmanlı Arşivi'nde 1850'lerde Osmanlı-İran arasında bir konuya dair çıkan anlaşmazlığın giderilmesi için sınırda (muhtemelen Van tarafı idi) yapılan toplantı dolayısı ile oradaki bizim ordu komutanı bağlı olduğu Erzurum Valiliği'ne yazı yazıyor:
"orduda okur yazar rapor tutacak insan olmadığı için, âcilen bir kâtib gönderilmesi"
Bu misâlleri istediğimiz kadar çoğaltabiliriz.
Ancak zaten 1500-1600'lerden sonra önemini ve işleveni yitirmiş tekke-zâviye muhabbeti ile bu konulara bir açılım getirmek mümkün değildir.
*
Şevket Süreyya Aydemir, yukarıda bahsettiğim tarihten aşağı yukarı 30 yıl sonra, bizzat şahid olduğu bir hâtırasını anlatıyor:
«Yaz sonuna dogru, alayın makineli tüfek bölügüne geçtim.
Bu bölük, o sıralarda ihtiyatta oldugu için, askerleri siper dışında ve başka cephelerinden de tanımak imkanını buldum.
İlk işim, talim saatlarından başka bir de ders saatları ayırmak oldu.
O sıralarda savaş biraz tavsamıştı.
Bölüklerin mevcudu, arkadan gelen yeni kuratarla artırılıyordu.
Bugün ordunun bilgi yapısında, Birinci Dünya Harbindeki Osmanlı ordusuna bakarak çok şeyler degişmiştir. Fakat o vakit, örnegin bizim bu makineli bölügünde, Istanbullu bir başçavuştan başka okuma yazma bilen kimse yoktu. Daha ilk derste belli oldu ki bu bölükte, hangi dinden oldugumuzu dogru dürüst ve kesin olarak bilen kimse de yoktur.
Derse başlarken Istanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual cevaplara katılmamasını söyledim.
Sonra da askerlere sordum:
- Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?
Hep birden:
- Elhamdüillah Müslümanız,

diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı.
cevaplar karıştı.
Kimisi
«İmam-ı azam dinindeniz» dedi.
Kimisi
«Hazret-i Ali dinindeniz» dedi.
Kimisi de hiçbir din tayin edemedi. Arada:
- lslâmız,
diyenler de çıktı ama;
- Peygamberiniz kimdir?
deyince,
onlar da pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi:
- Peygamberimiz Enver Paşadır!
dedi.
İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçı da:
- Peygamberimiz sağ mı? Ölü mü?
Deyince
iş gene çatallaştı.
Herkes aklına gelen cevabı veriyordu.
Bir kısmı sag,
bir kısmı ölüdür
tarafını tuttu.
Fakat birisinin kuvvetle konuştugunu, yahut bir tarafın daha agır bastıgını görünce, diger tarafın da kolayca o tarafa kaydıgı görüllüyordu.
Peygamberimiz sagdır
diyenlere:
- O halde peygamberimiz hangi şehirde oturur,
diye sordum.
Cevaplar tekrar karıştı.
Onu
İstanbul'da, Şam'da yahut Mekke'de yaşatanlar oldu.
Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu.
Peygamber ölmüştür
diyenlere de:
- Peygamberimiz ne kadar zaman evvel öldü?

denildigi zaman
bu sefer onlar şaşırdılar.
Yüz sene önce,
beş yüz sene önce,
bin sene önce
diye
gelişigüzel cevaplar verenler oluyordu.
Fakat çogu,
vakit tayin edemiyordu.
Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de, din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı.
Ezan dinlemişlerdi.
Fakat ezan okumayı bilen yoktu.
Namaz kılan bir iki kişi çıktı.
Fakat onların da hiçbiri,
namaz surelerini yanlışsız okuyamadı.
Daha garibi,
niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar.
Sonra:
- Köyünde cami olanlar ayaga kalksın,
dedim.
Gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi kalktılar.
Fakat onlar da bayramlarda, cumalarda adet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi.
Köylerinde mektep olan bir tek kişi çıkmadı.
Bazı camili köylerde, cami odasında küçük çocuklara imam tarafından Kur'an ezberlettirilmeye çalışıldığını gömüşlerdi.
Ama
usulü dairesinde ve ayrı bir köy rnektebi gören kimse yoktu.
İlk ders beni şaşırtmıştı.
Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı.
Hepsi de Anadolu köylüleriydiler.
Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik.
Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.
Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu.
Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki,
bu askerler yalnız hangi dinden olduklannı değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.
- Biz hangi milletteniz,
Deyince

her kafadan bir ses çıktı: - Biz Türk degil miyiz? deyince de hemen:
- Estağfurullah!
diye karşılık verdiler.
Türklüğü kabul etmiyorlardı.
Halbuki biz Türk'tük.
Bu ordu Türk ordusu idi.
Türklük için savaşıyorduk.
Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi. Fakat ne çare ki, bu
"Biz Türk değil miyiz?" diye sorunca
"Estağfurullah"
diye cevap verenlerin görüşüne göre,
Türk demek Kızılbaş demekti.
Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu.
Ama, onu herhalde kötü bir şey sayıyorlardı.
Yahut belki de aslında Kızılbaş oldukları halde böyle görünüyorlardı»
*
İlber Ortaylı, Osmanlı Devleti'nin dünya karşısındaki konumuna dair:
«Osmanlı 400 yıl uyudu!»
der.
Bu söz bir tesbittir. Maksadım Osmanlı'yı suçlamak değil, ancak Osmanlı Devleti 1800'lü yılların başına kadar, hem dünyaya karşı hem de kendi içinde uyumuştur. O, Prof. Dr. Bülent Arı'nın ferâsetine çok güvendiği «câhil»likle gurur duyduğu kesimin %80'ni daha 30-40 yıl öncesine kadar kırsalda yaşıyordu.
*
bu konuyla ilintili olarak, başka bir mesele daha var.
"dedelerimizin mezar taşını okuyamamak"
bu mesele yüzünden sayın devletimiz tuttu orta dereceli okullara "osmanlıca" adı altında ders koydu.
gerekçe:
- atalarımızın yazısı unutturuldu.
yahu senin ataların zaten o yazıyı bilmiyordu. o yazıyı bilenlerin kısm-ı azamı devlet bürokrasisi ve akademik çevreler idi. bunlar da zaten aynı zamanda latin harflerini de ve en az bir batı dilini de biliyordu.
ayrıca Osmanlı kâtibleri, bürokratları ana hatları ile "osmanlıca" denilen yazıyı okuyamıyordu ki; bu yazı da arap harflerinden ibâret olmakla beraber, zamanla gelişmiştir, basitleşmiştir.

Osmanlı Devleti bürokrasisinin klasik dönemde Divan-ı Hümayun, son zamanlarda ise Bâb-ı Âli (hükûmet)'dir. Osmanlı Devleti'nde, neredeyse yıkılana kadar, yazışma el yazısı ile yapıldığından, pek çok yazı üslûbu, türü ve aynı zamanda her kâtibin kendine mahsus stili vardır.
Her eli divit tutan Osmanlı Devleti kâtibi de kendi dedelerinin mezar taşlarını okuyamıyordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, henüz harf inkılabı icrâ edilmemişken, mahallî olarak yapılmış mezar taşı çalışmaları vardır. Bunlar da yine eski harfler ile yayınlanmıştır. Bunlar elbette kitap veya ciddi makale olarak yayınlanmıştır. Bunları yayınlayanlar da, Osmanlı mekteblerinde, dârü'l-fünunlarında tahsil etmiş, daha sonra cumhuriyet devrinde adını üniversitelerde duyurmuş, büyük tarihçilerimizdir.
Daha sonra üzerlerinde defalarca ve muhtelif kişilerce yapılan akademik çalışmalarda görülmüştür ki, onlar da hata yapmışlardır.
(mahallî olarak konunun tam olarak anlaşılması için, şu misâli verebilirim: Karaman'da "II. İbrahim Bey İmareti" veya sadece "İmaret" olarak bilinen ve şu ân sadece bir câmiden ibaret olan ve aslında büyük bir külliye olan bir Karamanoğlu eseri var. Bunun çok özel, güzel ve geniş bir vakfiyesi var. Bunun üzerinde Ord. Prof. Dr. İsmail Uzunçarşılı ve Durmuş Ali Gülcan araştırma yapıp, yayınlamışlardır. Her ikisinin de "hata" demeyelim ama "okuma" yanlışları vardır. Bunun her ikisi de eğitimini Cumhuriyet öncesi okullarda almışlardır.)
*
Konuyu hülasa edersek,
Dedesinin mezar taşını okuyamadığından şikayet edenlerin, dedelerinin mezar taşları yok, dedesinin mezar taşı olanların da, dedesinin mezar taşını okumak gibi bir heves ve merakı yok.
Mezar taşı dediklerinin önemi, o mezarın kime ait olduğudur, yoksa oradaki diğer bilgiler, klasik her mezar taşında olan bilgilerdir. Duadır, belki bir âyettir, belki bir hadistir, belki coşkunluğa gelmiş bir şiirdir.
*
Son yıllarda sayın devletimizin bir heves uğruna ortaya koyduğu "osmanlıca" hevesi, memleketin kıt imkanlarının boş yere heba edilmesinden başka bir şey değildir.
*
Özel kurslarda veya devletin orta dereceli okullarında "osmanlıca" adı altında "elif" ve "be" öğrenenler gidip Osmanlı Arşivi'nde mühimme kaydı mı okuyacak, okusa anlayabilecek mi? Veya bir yazma eserler kütüphanesinde "Hoca Saadeddin Efendi" tarihi mi okuyacak, okusa ne anlayacak?
Gidip İstanbul Fatih Kütübhanesi'nde yazma Yunus Emre Divanı mı okuyacak? Okusa ne anlayacak?

Zaten bunları okuması gereken, anlayan akademisyenler, o yazıyı biliyor, bilmiyorsa emek verip öğreniyor!