Dünya, var olduğu günden beri büyük bir değişim ve gelişim içindedir. Bu zaman içinde buzullar erimiş, taşlardan delici ve kesici aletler yapılmış, ateş bulunmuş, yerleşik hayata geçilmiş, yazı icat edilmiş, küçük krallıklar kurulmuş, küçük krallıklar yerini büyük imparatorluklara bırakmış, büyük imparatorluklar yerini günümüz devletlerine bırakmıştır. Bu süreçte teknoloji hızla gelişme göstermiş ve insan hayatını her geçen gün daha da kolaylaştırmıştır.

Edebiyat da insanın var olduğu günden beri yeryüzündeki varlığını muhafaza etmektedir. Önce sözlü ürünler oluşmuş, yazının icadı sonrasında ise ürünler yazılı hale gelmiştir. Tıpkı dünyanın ve insanlığın değişimi gibi edebiyat da kendi içinde değişim ve gelişim göstermiştir. Zamanla yeni türler ortaya çıkmış, konular gelişme göstermiş ve üslup çeşitlenmiştir.

Edebiyat, insan ürünü olmanın dışında insanı ve onu ilgilendiren her şeyi içine alan bir alandır. Bu nedenle değişimin başlayacağı ve görüleceği en net yer edebiyattır. İlk Türk romanımız kabul edilen ve Şemsettin Sami tarafından yazılan Taaşşuk-ı Tal’at ve Fitnat romanından başlar ve günümüz romanına kadar gelirsek, hem toplumumuzun hem de edebiyatımızın değişimini görmüş oluruz. Peki, insanımız değiştiği için mi romandaki karakterler de değişim gösterir yoksa romandaki karakterler değiştiği için mi insanımız onlara özenerek değişir? Aslında her ikisi de aynı anda olur. Yazar, toplumda gördüğü insanları eserine aktarırken insan da etkilendiği eserlerdeki kişilere benzemeye çalışır. Bu durumda değişimi gerçekleştiren hem eserlerdir yani edebiyattır, hem de insanlardır. Önce Batı’da roman türünün ortaya çıkmasıyla, bizim insanımız o romanları okumuş ve o insanlara özenmiştir. Sonra da bizim romancılarımız bu değişimin iyi olmadığını anlatmak için eleştirel romanlar yazmışlardır. (Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası romanı gibi.) Fakat bizim eleştirel romanlarımızı okuyanların bir kısmı bu eleştirileri değil eleştirilen kişinin yaşam tarzını benimsemişlerdir. Daha sonra bunların üzerine yeniden eleştirel romanlar yazılmış ve bu kısır döngü günümüze kadar gelmiştir.

Bu durumda insanın aklına tek bir soru geliyor: “Neden günümüz insanı sürekli eskiye özlemle bakar ve değişimin kötü olduğundan hayıflanır?” Bunun tek bir sebebi var: İğneyi kendimize batırmadan, çuvaldızı başkasına batırmanın derdine düşüyoruz. Değişimin bizden başladığını ve bizimle devam ettiğini kabul etmiyor, suçun büyüğünü hep başkalarında arıyoruz. Oysa biz değişirsek oluşturduğumuz eserler değişecek, bu eserlerin etkilediği kişilerin fikirleri değişecektir. Yani biz değişirsek hem edebiyat hem dünya değişecektir.

Artık çuvaldızı kendimize, iğneyi başkasına batırmalıyız. Değişimi iyi yöne çevirmek ve edebiyat sayesinde başkalarını da bu yöne çekmek bizim elimizde. Yeter ki isteyelim...