Bu haftaki programda Çanakkale ve Kerkük şehitlerinden bahseden Dr. Öğr. Üyesi Onur Aykaç hikâyelerini şu şekilde anlattı: Öyle rivayet olunur ki, bir din büyüğümüz, cenaze gördüğü zaman “Sen git, biz de geleceğiz ardından.” diye seslenirmiş. Uğurladıklarımız arasında öyleleri var ki, biz onlara “ölü” demeyiz. Allah bizi bundan men etmiş ve “Onlara ölü demeyin; onlar diridirler, lakin siz farkında değilsiniz.” buyurmuştur. Burada sözü edilenler, şehitlerimizdir. Biz onlara ölü demesek de, diyemesek de, acılarını kalbimizin derinliklerinde yaşarız. Onlar bizim eşimizdir, babamızdır, kardeşimizdir, evladımızdır. Onlar bu ülkenin doğusundan, batısından, köyünden veya kentindendir. Kim olurlarsa olsunlar, nereli olurlarsa olsunlar, onların her biri, hepimizin şehididir. Bu toprakların üzerine bir damla şehit kanı düştü mü, acısı bütün vatanı sarar, ıstırabı bütün milletin yüreğini sızlatır. Biz her bir şehidimizin acısını ayrı ayrı duyarız. Her şehit haberiyle yüreğimizden bir parçanın daha koptuğunu hissederiz. Şehitlerimizi, bir büyük milletin uğurlayışıyla uğurlarız.

Bu akşam bu dost meclisinde, o kutlu insanları analım istedik.

Şehitleri anmak, onların aziz hatırasını yâd etmek büyük yüktür elbet. Eskiler “Şecaat arz ederken, merd-i kıptî sirkatin söyler.” demişler. Yani Çingene’ye yiğitliğini anlat demişler; o da gerine gerine yaptığı hırsızlığı anlatmış. Hâsılı, dilin kemiği yoktur. Dikkatli konuşmak gerek; hele de şehitleri anacaksak bin düşünüp bir söylemek gerek.

O zaman gelin, o kutlu insanları birkaç anlatıyla yâd edelim. Lakin bilindik hikâyeleri değil, biraz daha az bilinenleri anlatalım. Özellikle hatıra defterlerinde ve mektuplarda saklı kalanları paylaşalım.

“Ateş, düştüğü yeri yakar.” demiş atalar. Şehit haberi gelince yürekler yansa da, orada herkesin içinde ağlanmaz. Şehit için ağlamak ayıp sayılır; şehit vermek, bir aile için şereftir elbet. Ama ana yüreği, baba yüreği dayanmaz. Gözler dolar, boğaz düğümlenir; yavaşça evden çıkılır, uzak kuytulara gidilir. O zaman gözyaşları sel olur, ağıtlar birbiri ardına yakılır:

Giden oğul hiç gelir mi yerine

Ah evladım yaram indi derine

Hele bakın zalımın eserine

Seni vuran eller kırılsın oğul

Dünya tarihini değiştiren Çanakkale Savaşı, cesaretin kahramanlığa dönüştüğü, eşi görülmemiş bir “centilmenlik” savaşıdır. Her iki tarafın birbirinden nefret etmeden, siperlerden birbirlerine su ve yiyecek atarak vuruştuğu, şehitlerinin koyun-koyuna yattığı destansı bir savaştır Çanakkale.

Birleşik Krallık ve Fransa gemilerinden oluşan bir donanmanın Boğaz’a geniş çaplı saldırıları, 1915 Şubat ayında başladı. En güçlü saldırı ise 18 Mart 1915 günü uygulamaya konuldu. Ancak Birleşik Donanma ağır kayıplara uğradı ve deniz harekâtından vazgeçmek zorunda kalındı. 9 Ocak 1916 tarihinde, karşı donanmanın ülkeyi tamamen terk etmesi ile Çanakkale Savaşı son buldu.

Çanakkale’de çeşitli yerlerde 37 Türk anıtı ve şehitliği; Fransız, İngiliz, Avustralya ve Yeni Zelanda’ya ait 33 anıt ve mezarlık bulunmaktadır.

Atatürk’ün bu savaş hakkında söylediği şu söz, verilen şehitlerin daha sonra ülkemize ne gibi bir etkisi olduğunu anlatması bakımından çok önemlidir: “Biz Çanakkale’de bir üniversite neslini gömdük!”

General W. Birdword’un Çanakkale Savaşları için tarihe geçen şu sözleri birçok gerçeği ifade etmektedir:

“Türk askeri kadar vatanı için gözünü kırpmadan ölen, savaş anında müthiş cesaret ve fırtınalar yaratan, ateş kesildiği zaman onun kadar iyi yürekli, yumuşak kalpli, düşmanın yaralarını saran, sırtında taşıyarak onu ölümden kurtaran bir asker yeryüzünde görülmemiştir.”

Mustafa Kemal Atatürk, anılarında o günleri şöyle anlatır:

“Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre idi, yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekilerin hepsi de kurtulamayacağını bile bile hücum ediyordu; onlar şehit düşünce ikinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerine gidiyordu. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz?

Bomba, şarapnel, kurşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyordu. Sarsılma yoktu. Okuma bilenler Kuran-ı Kerim okuyor ve cennete gitmeye hazırlanıyordu. Bilmeyenlerse Kelime-i Şahadet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlardı. Ortalık sıcaktan cehennem gibi kaynıyordu. 20 düşmana karşı her siperde bir nefer, süngüyle çarpışıyor, ölüyor, öldürüyordu. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebelerini kazandıran, işte bu yüksek ruhtu.”

Çanakkale’de savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor:

“Ey Fransız halkı! Türkler gibi mert bir milletle savaştığınız için daima iftihar edebilirsiniz. Hiç unutmam. Savaş sahasında döğüş bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk; az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeri de kendi gömleğini yırtmış, onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:

- “Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun?” dedim. Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:

“Bu Fransız, yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benimse kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün.”

Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaranın, yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim. Çünkü Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı. Az sonra ikisi de öldüler.”

Çanakkale kahramanlarından Üsteğmen Zahit Bey’in mektubu ve vasiyeti şu şekildedir:

“Hem kendim hem mesleğim itibariyle tam bir asker, hem de şerefli bir askerim. Asker olmam nedeniyle gidip gelmemek, gelip bıraktıklarımı bulmamak olabilir. İlahi mukadderat; ben seni, sen beni tanımadığımız halde uzak memleketlerden bizi birbirimize nasip etti. Yaşadığımız sürece geçimimizi sağlamaya çalıştım. Şayet vatanım uğruna şehit olursam, Yüce Allah elbet ruhlarımızı birleştirir. Böyle bir hal olduğunda mevcut eşyam ve taşınabilir mallarımdan mihri müeccelinizi (payınıza düşen tazminatı) almanız için sizi vekil tayin ediyorum. Eğer yetmezse hakkınızı helal edeceğinize ve beni borçlu yatırmayacağınıza eminim. Birbirimize verdiğimiz sözlerden dönmemenizi ister ve umarım. Ruhuma bir mevlid okutmak vicdanınıza kalmıştır. Kendim için başka bir şey istemiyorum. Şehitlik bana yeter. Bu vasiyetnamemi aldıktan sonra, yüksek sesle ağlamamanızı dilerim. Allaha emanet olun.” (Mustafa oğlu Zahit (4.Tabur- 62. Alay- 4. Bölük Komutanlığı)

Yeni Zelandalı bir askerin günlüğünde ise şunlar yazmaktadır:

“Türk siperleriyle çok yakındık... Bizim siperlerimizle o kadar yakındılar ki, ateş kesildiği zaman alçak sesle konuşurduk, ayaklarımızın ucuna basarak dolaşır ve hiç gürültü çıkarmamaya çalışırdık. Genellikle hava kararır kararmaz ateş kesilir, biraz daha rahat hareket etmeye başlardık. Gecenin orta yerinde ve aşağı yukarı her gün aynı saatte, Türk siperlerinden bir ses yükselirdi. Öyle gür, öyle içli ve dokunaklı bir sesti ki, dinlemeye doyamazdık. Yarım saat kadar süren bu konser, bir zaman sonra, komşu siperlerde de duyulmuştu. Zaman zaman bizim siper, o Türk’ün konserini dinlemeye gelenleri misafir ederdi. Bu sese hepimiz hayrandık. Bu iç yakan, ruhumuzu kavuran nağmeler neler söylerdi, bilmezdik; fakat derinden derine etkilenirdik. Bazen hafif bir esinti çıkar ve bu yanık nağmeleri başka yöne götürürdü. Biz, kulaklarımızı dört açıp daha iyi duymak için, neredeyse başımızı dışarıya çıkaracak hale gelirdik. Efsunlu bir sesti bu! Gündüz savaştığımız insanın gece söylediği müziği dinlemek ve ondan etkilenip duygulanmak, ne ilginç bir işti... Ama gerçekti...

Bir akşam, konser saati gelmişti, ama o alıştığımız ses duyulmuyordu. İkinci, üçüncü, dördüncü akşam, yine konser yoktu... Hepimiz merak içinde kalmıştık. O gece, durumu öğrenmeye karar verdik... Türkçe bilen savaş muhabirine yazdırdığımız bir kâğıdı taşa sarıp Türk siperlerine fırlattık. Bu kâğıttaki iki cümleyle, konserin niçin kesildiğini soruyorduk Türklere... Bir süre sonra, fırlattığımız taş, arka yüzü yazılmış kâğıtla birlikte siperimize atılmıştı. Bu kâğıtta ne yazdığını çok merak ediyorduk. Kâğıttaki tek Türkçe cümlenin ne dediğini anlamamız uzun sürmedi. Haberi getiren arkadaşımızın yüzünü hüzün bürümüştü. Cümleyi duyunca, hepimiz aynı hüzne gömülüverdik... Kâğıttaki tek cümle şöyleydi: “O arkadaşımızı, 4 gün önce vurdunuz!”

Bir hikâyeyle de cephenin gerisinden haber verelim:

Birkaç yıl önce bir arkadaşın halasının cenazesine katıldım. Mezara cesediyle birlikte bir torba içinde dişlerini, torba torba saçlarını da gömdüler. Nedenini sordum, vasiyeti olduğunu söylediler. Sonra da vasiyetini anlattılar:

Dediklerine göre, nişanlısı Çanakkale’de şehit olmuş. O da hiç evlenmemiş. Ağzından dökülen bütün dişlerini biriktirmiş; kesilen ve tarağına takılan bütün saçlarını torbalara toplamış. “Yarın mahşer günü nişanlımla karşılaşırsam senden başkasına yâr demedim, bu dişler şahidimdir. Saçlarıma senden başka el değmedi, bu saçlar şahidimdir.” diyecekmiş. O yüzden dişlerini ve saçlarını mezarına koyduk dediler.

Sonra sözü Kerkük Türkmenlerinin yaşadıklarına getiren Dr. Öğr. Üyesi Onur AYKAÇ, 14 Temmuz 1959’da başlayıp 3 gün süren Kerkük Katliamı’ndan bahsetti. Şehit düşen soydaşlarımızı hayırla yâd ettikten sonra sözü Halil ERBAY’a bıraktı.

Program, müzik öğretmeni Halil ERBAY’ın seslendirdiği vatan ve şehit konulu şiirlerle son buldu.

Dr. Öğr. Üyesi Onur AYKAÇ’ın anlatımı ve müzik öğretmeni Halil ERBAY’ın icrasıyla gerçekleştirilen “Bir Türkü Bir Hikâye” adlı program, Nalıncılar Kültür Evi’nde iki haftada bir salı günleri devam edecektir.