Karaman Ülkü Ocaklarından oluşan bir grup Anıt Parkta basın açıklamasında bulundu.

Karaman Ülkü Ocakları Başkanı Kemal Karabüber yaptığı basın açıklamasında;''

Milli birlik ve beraberliğimize savaş açanlar, milliyetçileri kendileri için bir engel olarak görmüş olacaklar ki, son günlerde Ülkücü-Milliyetçi kişi ve kurumlara yönelik saldırılar artmıştır. Kaynağını ihanetten, cesaretini terör ve onun siyasal uzantılarından alan bu tür suçlamalar dün olduğu gibi bugün de Ülkücüleri asla yıpratamayacak ve yolundan asla döndüremeyecektir.
İlk olarak Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Suudi Arabistan ziyareti sırasında devletimize yönelik asılsız ithamlarda bulunmuştur.
Çağlayan’ın iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiyi geliştirmek üzere çıktığı bir gezide “Yıllardır Kürt olduğunu söyleyememiş biriyim.” demesinin makul yanı yoktur.
Bunu söylemesinin gerçeği yansıtmadığı bir yana bırakılacak olsa bile, Türkiye’nin diğer ülkelerin gözünün önünde bu kadar küçük düşürülmesi kesinlikle Çağlayan’ın art niyetinin bir yansımasıdır.
Kürt olduğunu saklamak zorunda kaldığı iddiasını ortaya atan Çağlayan, bugün Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinde bakan olabilmektedir. Bu durum Türkiye’de vatandaşlar arasında bir ayrım yapılmadığının göstergesidir.
Cumhuriyet tarihinde pek çok farklı kimlikten politikacı olduğu da herkesçe bilinen bir vakıadır.
Çağlayan kimliğini gizleyerek bakan olabildiği iddiasında bulunacak kadar ileriye gitmekten de çekinmemiştir. Hangi devlet istediği zaman bakan olacak bir kişinin kimliği hakkında araştırma yapamayacak durumdadır?
Eğer bugün Türkiye’de kimliği nedeniyle birinin görev alamaması istense bunun için kişinin kimliğini itiraf etmesini beklemeye gerek var mıdır?
Çağlayan sözlerine “Bugün konuştuklarımızı sekiz-on yıl önce konuşamazdık.” diyerek devam etmiştir. Haklısınız Sayın Bakan! 8-10 yıl önce Türkiye’de kimse birbirinin Kürt olup olmadığını merak etmezdi.
Kimsenin Kürt olduğunu söylemesine gerek yoktu. İhanet bugünkü kadar ayyuka çıkmamış, terör örgütü pazarlık masalarının baş aktörü haline gelmemişti. Bugün ise bu tür açıklamalar yapmak adeta siyasetin vazgeçilmezi hâline geldi. Bir de kalkmış İmralı görüşmelerinin içeriğinin açıklanmasını süreci sabote etmek olarak nitelendiriyorsunuz. Tehlikeye düşmesinden korkulan, görüşmeleri açıklayan herkesin sabotajcı ilan edildiği süreç bu mudur? Açıklamalarının sonunda ise Çağlayan sözlerini: “Kafatası milliyetçiliğinin önüne geçmek gerekiyor. Eski Ülkücü olarak bunları söylüyorum.” şeklinde bitirmiştir.
Eski Ülkücü ifadesi AKP’li yöneticilerin son dönemde moda tabirlerinden biri olsa da artık had sınırını zorlamaya başlamıştır. 
Ne ilginçtir ki bu tür çıkışlar AKP’nin yıkım politikaları ve bu doğrultuda homurtuların arttığı veya emperyalist güçler tarafından verilen talimatlar yerine getirilirken yapılmaktadır.

Ülkücülük kimsenin ihanet politikalarını aklama ve haklı gösterme noktasında pazarlama malı değildir. Çağlayan’a şunu hatırlatmak isteriz:
Ülkücünün eskisi yenisi yoktur. Hangi ürünün eskisiyle yenisi arasında fark olduğu da herkesin malumudur. Türk ile Kürt’ün farklı olduğu noktasında öne sürülen iddialar Ülkücü hareketin hiçbir döneminde gündeminde olmamıştır. Nitekim Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in “Biz ne kadar Türk isek, onlar da o kadar Türk’tür. Onlar ne kadar Kürt’se biz de o kadar Kürt’üz. Kız alıp kız vermişiz, etle tırnak gibiyiz. Kürtler bizim öz kardeşlerimizdir. Biz onları herkesten fazla sever,düşünürüz. Onlar da Elhamdülillah Müslüman’dırlar, hepimiz aynı kıbleye secde ediyoruz, hepimiz aynı Peygamber’in ümmetiyiz, aynı kutsal kitaba bağlıyız.” Sözleri Ülkücü Hareketin temel duruşunu yansıtmaktadır.

Türk Milliyetçiliği hareketinin merhum Başbuğ’u böyle bir fikriyata sahip iken bizi ayrım yapmakla, ırkçılıkla suçlamak utanma duygusunun yitirildiğinin göstergesidir.
Aynı zamanda şu da unutulmamalıdır ki:
Ülkücü Hareket içerisinde Kürt kökenli şehitler ve gaziler bulunmaktadır. Bu yapılan açıklama onların hatıralarına ve ailelerine yapılan saygısızlıktan başka da bir anlam içermemektedir.

Başbakan şehidimiz Mustafa Pehlivanoğlu’nun mektubunu okurken ağlamıştır. O mektup bir şehidin son arzudur ve “Şunu hiç bir zaman unutmasınlar ki, Mustafa’lar ölür, Allah davası ölmez,
milliyetçilik yaşar. Kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır. Zafer her zaman Allah’a inananlarındır.” diye biter. 
Ancak o mektubu okuyan Sayın Başbakan bu ifadeleri dillendirmeyerek, ebediyete göçmüş bir şehidin aziz hatırasına saygısızlık etmiştir. Bu tavrın arka planındaki düşünce bulanıklığını ve samimiyetsizliği de milletimizin takdirine bırakıyoruz.
Ancak Çağlayan bir eski Ülkücü olarak Başbakanın bu davranışından nedense rahatsız olmamakta, AKP çatısı altında siyasi yaşamına devam etmektedir.
İkinci olarak, Erdoğan salı günü partisinin grup toplantısında konuşurken, MHP’nin milli bir tavır sergilemediğini belirtmiştir. Öncelikle sorulması gereken soru şudur:
“Erdoğan hangi milletin milli tavrından söz etmektedir?
” Her çeşit milliyetçiliği ayakları altında ezdiğini söyleyen Başbakan ya milli tavrın ne olduğunu açıklamalı ya da kurulduğu günden bu yana Türk Milleti’nin emrinde olan Milliyetçi-Ülkücü camiaya bu şekilde dil uzatmamalıdır.
Üçüncü olarak, Sırrı Sakık Meclis kürsüsünden Bursa, Sakarya ve Afyonkarahisar’da Kürtlere yönelik saldırıların Ocaklarımız tarafından desteklendiğini iddia etmiş, pek tabii olarak da bu yalan senaryoyu ispat edebilecek hiçbir delil gösterememiştir.
Üstelik yalanını yüzüne vuran MHP milletvekillerine “Çirkin sesinizi çıkarmayın. Bu ülkede sizin politikalarınızdır ki bu savaş devam ediyor. Ret ve inkâr politikalarının yansımasıdır.” demiştir.

Bu sözü ile PKK’ya karşı yürütülen mücadeleyi savaş olarak nitelendirmektedir. Oysa savaş terör örgütü ile bir hukuk devleti arasında değil,eşitler arasında cereyan eder. Kendini hiç bir devlete ait hissedememiş ve devlet terminolojisinden habersiz olan insanların bu tür yanlış ifadeler kullanması olağandır. 
Daha bir süre önce “Çanakkale’ye bakın. Orada sadece sizin atalarınız savaşmadı. Sonradan bu ülkeyi  kendisine vatan edenler, Kafkaslardan, Boşnaklardan gelenler, siz bu ülkenin sahipleri değilsiniz. Haddinizi bileceksiniz. Oradan gelip, hele dağdan gelip bağcıyı kovma hakkına sahip değilsiniz. Hiç kimsenin bir tek halka hakaret etme hakkı yoktur.” diyen Sakık’ın ret ve inkar politikasından dem vurup ayrımcılık ve ırkçılık yapıldığını söylemesi de son derece gülünçtür.
Üniversitelerde Ülkücü öğrencilere karşı terör örgütü yandaşlarının faaliyetleri devam etmekte ve maalesef rektörlükler ile güvenlik güçleri bu yapılanlara karşı kayıtsız kalmaktadır.

Ankara Üniversitesi DTCF ve Siyasal Bilgiler Fakültesi, Marmara Üniversitesi, Muğla Üniversitesi ve Sinop Üniversitesi’nde Ülkücü hareket üzerine yönelen ve ağır yaralanma hadiseleri içeren eylemlere son halka olarak Kars’ta eklenmiştir. Kars’ta KYK yurdunda Ülkücüler saldırıya uğrarken, daha sonrasında gelişen olaylar neticesinde terör örgütü yandaşları yurt müdürü tarafından içeriye alınmış, Ülkücü öğrenciler yurda alınmamıştır.

Bu da yetmezmiş gibi terör örgütü yandaşlarına hiçbir yaptırım uygulanmamış, hatta bir Ülkücü arkadaşımız halen gözaltında bulunmaktadır. 
Ülkü Ocaklarına gelen polis müdürünün “Sürece zarar verecek bir eylem içine girmeyin, itidalli olun.” demesi, ülkemizin içinde bulunduğu durumun vahametini gözler önüne sürmektedir.

Uzun yıllardır Türk Milleti’nin canının, malının ve manevi duygularının tahribatından sorumlu olan eli kanlı katil Abdullah Öcalan ile Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği üzerine masaya oturanlar şunu iyi bilmelilerdir:
“Bizler, Türk-İslam Ülkücüleri olarak birilerinin ayaklar altına almaya cüret ettiği  milliyetçiliği hep el üstünde tutacağız.”
İyi biliyoruz ki memleketin her yanındaki milletimizin düşmanları ve onların sempatizanları bizim varlığımızdan rahatsız olmaktadır. Şunu garanti ederiz ki bizler son nefesimize kadar sizleri rahatsız etmeye devam edeceğiz. Bu vatan, bu millet, bu bayrak, bu dil tektir ve bizimdir! NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE!''dediler.

Ülkücü gençler hep birlikte ettikleri yeminin ardından sessizce dağıldılar.