1981 ya da 82 olması lazım. Bir eylül gecesi… Hani üstünü örtsen terlersin açsan üşürsün ya öyle bir gece işte. Bütün gün canım çıkmış okulda. Felsefeden çık matematiğe gir, matematikten çık kimyaya gir. Yol desen bir buçuk saat. Neden bilmem ama insan yanında birileri varken yorgunluğunu hissetmez de gece olup yatağına şöyle boylu boyunca uzanınca sanki bütün günün yorgunluğu bir anda üstüne çöker ya. İşte o gün de Mehmet’le felsefecinin ateist tavırlarını, matematiğin zorluğunu, kimyacının gün geçtikçe kısalan etek boyunu konuşa konuşa gelince pek yorgunluk hissetmedim. Ama yemekten sonra ders çalışma bahanesiyle odama geçip dönemin sağlam ideoloji dergilerini kurcalarken üstüme birden çöktü yorgunluk. Uyudum uyuyacam, düşüncelerim birbirine karışıyor, gördüğüm hayal mi gerçek mi derken sızmışım.

Gece 3-4 sıraları evin telefonu çalışıyor. “Aman, rüyadır oğlum Hikmet yat zıbar!” diyorum içimden ama susmuyor telefon. Yataktan kalkarken kesildi ses. Battaniyeyi üstüme geri çektim, başımı da yastığa güzelce yerleştirdim. Babam operasyona giden polisler gibi daldı odaya:

- Kalk lan kalk! Mehmet’i vurmuşlar. Hastaneden aradılar. Çocuk seni çağırtmış hastaneye?

Bir yandan uyku sersemiyim, bir yandan alelacele yataktan kalkıp giyinmeye çalışıyorum, aklımda desen bi ton soru var. Çoğunun da içinde “neden” geçiyor.

-Neden beni çağırmış? Babasını, abisini neden aramamış? Neden vurmuşlar? Nasılmış? Kim aradı bizi, kendimi?

- Hastaneden bir hemşire miymiş doktor muymuş arayan. Cebinde bizim evin numarasını bulmuşlar.

- Ha, akşam beni ara diye ben yazdıydım!

Burda babam bir şeyler daha dediydi ama kaç sene geçti üstünde unutmuşum. Ya da o an sadece evin numarasını neden Mehmet’e verdiğimi düşünürken babamın son söylediklerini umursamadım. Bilmiyorum.

Hastaneye girdiğimde hastanenin o bilindik ağır kokusu başımı döndürdü, düşecek gibi oldum. Hemen kendimi dışarı attım. Bir beş dakika hava aldım geri girdim. Sordum soruşturdum, bizim Mehmet’i yoğun bakıma almışlar. Silahlı iki grubun arasında çıkan çatışma da arada mı kalmış ne olmuş, onlarda pek bir şey bilmiyor, kaza kurşununa denk gelmiş galiba öyle dediler. Gece mi soğuktu yoksa düşüncelerim mi vücudumu buz kesiyordu bilmiyorum ama sabaha kadar kutupların ortasında kalmış ceylan gibi dondum. Sabaha karşı karşımda bir hemşire dikilmiş bana elindeki poşeti uzattı. Poşetin içinde bir cüzdan, bir anahtarlık bir de bizim evin numarasının yazılı olduğu kâğıt var:

- Merhumun eşyaları. Cenaze işlemlerini siz mi yapacaksınız? İmzalanacak evraklar var da.

Merhum! Daha birkaç saat önce çene çalarak bir buçuk saat yol yürüdüğüm adam şimdi merhum mu oldu? Ne derim şimdi Neriman teyzeye, Şerif amcaya, Yusuf abiye… Onlara haber vermeyi de unuttum. Ölmüşlerdir meraktan. Şimdi nasıl söyleyeceğim? Nasıl arayacağım? Nerden arasam ki? Jeton da yok yanımda. Evrak mı? Şimdi bir de ne evrakı? İnsanın içi acırken bari rahat bırakın! İnsanın içi acırken! İçim acıyor! Sahi, artık nasıl yürünür o yol tek başına?..

(Kısa bir not: “Her ölüm erken, ama bazı ölümler daha erken. Ölüm gelmeden anlamalı bazı şeyleri insan!!!”)