“Geçmişten bugüne tüm sağlık çalışanlarımıza şükran ve saygı ile…”

İnsanoğlunun hastalıklarla mücadelesi kendi tarihi kadar eskidir. İnsanların geçmişten bugüne en çok etkilendiği hadiselerin başında akıl, ruh ve beden sağlığına tesir eden hastalık, zehirlenme, ısırılma vb. olaylar vardır. Bu yüzden her toplumda hastalıkları iyileştirmek, hafifletmek yahut önlemek amacıyla çeşitli yollara müracaat edilmiştir. Derdini iyileştirmek, yarasını sarmak, acısını dindirmek için şifaya koşan insanın bu çabaları tıp ilminin doğuşuna zemin hazırlamıştır. İnsanoğlu yalnızca kendi derdiyle ilgilenmemiş; kendisinden ve ürünlerinden yararlandığı hayvanların sağlığıyla da meşgul olmuştur. Bu gayretler de veterinerlik adı verilen bilim dalının ortaya çıkışına vesile olmuştur.

Tıp, tarihte Türk kavimlerinde kendine özgü geleneğe sahip, gizemli ve emanetle devredilen bir faaliyet alanı olmuştur. Türk tarihinin her döneminde bilimsel tıbbın ve halk hekimliğinin beraberce yürütüldüğü bu alan, Batı toplumlarını şaşırtacak kadar zengin ve köklüdür.

Türkler; İslam öncesi devirlerde tedavi maksadıyla ya şaman, kam, baksı denen ve Şamanizm’in majik tedavi usullerini uygulayan büyücü hekimlere ya da otacı, emci, atasagun denen, ilaçlarla ve diğer tedavi usulleriyle hastaları sağaltan hekimlere müracaat etmiştir. Şamanlar alazlama, kurşun dökme gibi büyüsel işlemleri uygulayıp daha çok ruhi sorunlarla ilgilenirken hekimler cüzzam, sıtma, yaralanma, ısırılma gibi dertlere çare aramış; bunları bitki, hayvan ve maden kaynaklı ilaçlarla tedavi etmiştir.

Türk tıp tarihi incelendiği zaman birçok kişinin bu alanda büyük hizmetler verdiği görülür. Konyalı Hacı Paşa, Şirvanlı Muhammed bin Mahmûd, İshak bin Murâd, Sabuncuoğlu Şerefeddin, Gevrekzâde Hâfız Hasan, Ahî Çelebi, Ömer Şifâî, Şânîzâde Mehmed Atâullah Anadolu sahasında isimleri zikredilmesi gereken hekimlerdir. İlk yazılı kaynaklarını Uygurlarda gördüğümüz tababet, Türk dünyasının diğer coğrafyalarında da büyük ilgiye mazhar olmuştur. Hive hanı Ebu’l-Gazi Bahadır Han, Belh ve Buhara hanı Seyyid Sübhankulı başta olmak üzere birçok kişi telif veya tercüme niteliğinde eserler kaleme almıştır. Kimileri hekim, kimileri hekim ve müellif, kimileri de sadece mütercim olarak Türk tıbbında anılmaya değer hizmetler ortaya koyarken bu sahada müderrislik, hekimbaşılık gibi vazifeleri icra eden isimler de olmuştur. Bunların yanında tababetteki bilgisini sanatla, özellikle şiirle birleştiren kişiler de vardır. Tıp alanında tarihe iz düşüren kişilerden üçü Karaman’ın tıp ve bilim tarihine sunduğu değerler arasındadır: Mahbûb Çelebi, Beşir Çelebi ve Derviş Siyâhî-i Lârendevî.

Ne zaman doğduğu, ne kadar yaşadığı kesin olarak bilinmeyen Beşir Çelebi, Fatih Sultan Mehmet’in musahibi ve hekimi Mahbûb Çelebi’nin oğludur. Beşir Çelebi, 1423-1464 yılları arasında Karaman tahtında oturan II. İbrahim Bey’in hassa hekimi, yani özel doktorudur. Bilgisi, hüneri ve mesleğindeki başarısıyla dikkatleri üzerine çeken Beşir Çelebi, Fatih’in daveti üzerine Edirne’ye gider. Ömrü, II. İbrahim Bey ile II. Mehmet’in yanında geçer. Tarih-i Edirne, Tarih-i Âl-i Osman gibi kitaplara da imza atan Beşir Çelebi’nin tıp alanındaki eseri Mecmû‘atü’l-Fevâyid adını taşımaktadır. Mecmû‘atü’l-Fevâyid Karaman beyi II. İbrahim’e takdim edilmiştir. Eserin Paris, İstanbul ve Konya olmak üzere üç nüshası vardır. 1436 yılında yazılan eser, dönemin önemli tıp metinleri arasında yer alır. Muhtevasında çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılabilecek terkipler, macunlar, merhemler ve şuruplar vardır. Kitap içeriğiyle tıp ve bilim tarihine ışık tutarken dil hususiyetleri yönüyle de Türkçenin tarihini aydınlatacak bilgileri haizdir.

Diğer hekim, Osmanlı kaynaklarında Derviş Sipâhî-i Lârendevî, Siyâhî Karamanî Lârendevî, Larendeli Siyâhî-zâde Derviş gibi isimlerle anılan Derviş Siyâhî-i Lârendevî’dir. Çağının meşhur tabiplerinden olan Lârendevî, XVI. yüzyılın sonu ile XVII. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamış bir tıp bilginidir. Müellif, tıp tahsilini uzun yıllar kaldığı Mısır’da bir hocadan dersler alarak tamamlamıştır. Hekimliği usta-çırak ilişkisiyle öğrenmiş, mesleğini hocasından aldığı icazetle sürdürmüştür. Aynı zamanda güçlü bir şair olan Lârendevî’nin tıp alanında yazdığı iki eser vardır: Mecmaʿ-ı Tıb, Lügat-ı Müşkilât-ı Eczâ.

Mecmaʿ-ı Tıb, Osmanlı padişahı I. Ahmet zamanında mesnevi şeklinde yazılmış olup çeşitli hastalıklar ve tedavi yöntemlerine dair malumat içeren bir kitaptır. Eserin ülkemiz kütüphanelerinde Mecma‘-ı Tıb, Mecma‘u’t-Tıb, Mucemma‘u’t-Tıb şeklinde nüshaları mevcuttur. Kitap, Karaman’da doğmuş bir şair hekimin hayat hikâyesinin yanında o dönemde ülkede sağlıkla ilgili hangi faaliyetlerin bulunduğunu da gözler önüne sermektedir.

Derviş Siyâhî’nin ikinci eseri Lügat-ı Müşkilât-ı Eczâ isimli uzmanlık sözlüğüdür. 1615’te tamamlanan eser, yabancı kökenli ilaç isimlerinin Türkçe karşılıklarını ve yararlarını içerir. Sözlükte, hastalıkların tedavisi için kullanılan bitkiler, madenler ve hayvansal ürünlerle muhtelif macunlar, terkipler yazılıdır. İlaçların nasıl alınacağına dair bilgiler de içeren bu eser, ansiklopedik bir sözlük şeklindedir. Kitabın, aralarında Gürcistan Bilimler Akademisi Kütüphanesi de olmak üzere 10’dan fazla nüshası vardır.

Dünyanın salgınla mücadele ettiği bir zamanda kaleme aldığımız bu yazıyı bir öneriyle noktalayalım. Üniversitemiz geçen yıl tıp ve diş hekimliği fakültelerine kavuştu. Süreçte emeği geçen, katkısı olan herkese teşekkür borçluyuz. Bir şükran borcumuz da tarihte zor şartlar altında hekimlik vazifesini icra ederek insan neslinin bugünlere ulaşmasında hizmeti olan kişilere var. Yukarıda isimlerini saydığımız hekimler bunlardan yalnızca birkaçı. Bu hekimlerin unutulmaması, en azından isimleriyle aramızda yaşaması en büyük temennimiz.