İlk bakışta insanda her an yıkılacakmış hissini uyandıran kahverengi ve iki katlı ahşap binanın merdivenlerinde üç dört yaşlarında bir kız çocuğu oturmuş elindeki bez bebeği ile oynuyordu. Kızın üstünde yamalı bir elbise ve örme yün çoraplarından başka bir şey yoktu. Ayakkabılarının olmayışı bana kızın o evde oturduğunu düşündürmüştü. Kızın bebeği ile ne konuştuğunu anlamak için dikkatle kızı izlerken ellili yaşlarında, esmer, mavi gözlü, yer yer ağarmış gür sakallarıyla iri yarı bir adam evin kapısından hışımla çıkıp birden kıza bağırmaya başladı:

- Yine mi geldin sen, ben sana demedim mi burda kutu mutu yok diye!

Kız bir şeyler söylemek istedi ama çenesinin titremesine ve gözyaşlarına engel olamadığı için arkasını döndü ve hemen koşmaya başladı. Kızdan gözümü ayıramıyordum. Onun biraz ileride, az önceki ahşap evin ikizi görünümündeki eve girdiğini gördüm. Bakkaldan aldığım ekmeklerin parasını henüz vermediğim için bakkal sahibi yanımda bekliyormuş. Kızı ne kadar dikkatle incelediğimi fark edince durumu şöyle açıkladı:

- Ayşe, az önce girdiği evde anasıyla yaşarlar. Babası eskicilik yaparken buna kırmızı kurdeleli bir kutu vermiş. Bu da aha şu ev boşken mahallenin çocuklarıyla oynarken kutuyu evde unutmuş. Sonra da bu eve bu hacı amcagil taşındılar. Yazık kızın babası geçen sene öldü.  O zaman zatürre dediler amma kim bilir aslını astarını. Kız her gün gelir kutuyu sorar, hacı da onu  kovalar.

İçimden “Gönül  yıkan adamdan hacı mı olur?” diye geçirdim. O anda Yûnus’un şu beyti aklıma geldi de içim cız etti:

“Bin kez hacca vardınısa bin kez gazâ kıldınısa

 Bir kez gönül sıdınısa fayda etmez yüz yıl dahi”

Öğretmen olarak atandığım ilk yerde Yûnus’u anmak keşke böyle bir olayla olmasaydı diye içimden geçirirken yeni evime geldim. İçeri girdiğimde derin bir nefes aldım ve ilk dersimde kimi anlatacağıma çoktan karar vermiştim bile…