Bu haftaki programda Dr. Öğr. Üyesi Onur Aykaç tarafından “Yârim İstanbul’u Mesken mi Tuttun” adlı hikâye anlatıldı. “Bu akşam sizlere, kocasını gurbete çalışmaya gönderen ve tam yedi yıldır onun yolunu gözleyen kara yazgılı bir gelinden bahsetmek istiyorum. Adı Ayşe mi, Fatma mı, unutuldu gitti; ak elleri düğün kınasıyla kaldığı için herkes ona kınalı keklik dedi. Şimdi, o gelinin hikâyesine ortak olalım.” diye söze başlayan Aykaç, devamında şunları anlattı:

Yer, Kayseri’nin bir köyü...

Güz güneşi sarı sarı devriliyordu uzaklardaki mor dağların ardına. Elinde su testisi, köyün çeşmesinin başına gelmiş ve sıraya girmişti bizim kınalı keklik...

Derin bir iç geçirdi. Kolay mı, tam yedi yıl olmuştu kocası gurbete çıkalı... Yedi koca yıldır İstanbul dedikleri güzeli bol, seyranı renkli şehirde ne bekliyor da gelmek bilmiyordu kocası? Keten yelekli, burma bıyıklı Ali’si İstanbul gurbetinde belki de bembeyaz tenli bir İstanbul kızıyla unutmuştu sılasını. Dili de varmıyordu ama, unutmasa ne diye yedi yıldır dönüp gelmesin? Dönüp gelmedi diyelim; insan iki satır bir şeyler de mi yazamazdı? İlk gittiği aylar nasıl yazıyordu? Demek unutmuştu. Unutmuştu demek ha! Ağlayası geldi birden. Hıçkırdı bizim kınalı keklik; bir anda feryat figan etmeye başladı. Yaşlı kadınlar, çiçeği burnunda kızlar toplandılar başına. Sormadılar hiçbir şey. Biliyorlardı niçin ağladığını... Sorup da ne diye yüreğini büsbütün kaldırsınlar? Ama kendi aralarında söylenmekten de geri kalmadılar.

İçlerinden biri:

-“Bu gençliğe, bu tazeliğe yazık!” diye söze başladı. “Madem erkeği İstanbul gurbetinde yedi yıldır unutmuştu onu, o da varsın boşansın, başkasıyla evlensin. Elini sallasa ellisi, başını sallasa tellisi...” diye devam etti.

Her şey neyse de, son duyduğu cümle iyice içini yaktı bizim kınalı kekliğin. Sözlerin devamını duymak istemedi bile. Zaten biraz sakinleşir gibi olmuştu. Daha on altı yaşındayken gönül verip evlendiği, yedi yıldır gurbetten bir türlü dönmeyen sevdiği, bir sızı gibi geçti yüreğinden...

Yerinden kalkıp tekrar su sırasına geçti kınalı keklik. Birazdan da sıra ona geldi. Testiyi koydu çeşmenin iplik gibi akan suyunun altına. Etrafındaki kadınlar da uzaklaşmıştı. Testi doladursun o, düşüncelere daldı yine.

Gittiyse keyfinden mi gitmişti kocası İstanbul’a? Gözü kör olasıca yokluk yüzünden; düşmanına avuç açtıran yokluk yüzünden gitmişti! Biraz para kazanıp öküzü ikilemek, birkaç dönüm tarla daha alıp babadan kalan birkaç dönüme eklemek için gitmişti... O gece, o son gece işte... Neler demişti kocası? İstanbul gurbetine gidecek, çok değil yazı orada geçirip güze, olmazsa kışa koynunda deste deste parayla dönecekti. Ama gideli yedi yıl olmuştu, yedi koca yıl! Kocasından ne haber vardı, ne mektup...

O kadar derin düşüncelere dalmıştı ki, testinin dolup taşmakta olduğunun farkına bile varamadı bizim gelin... Arkasındaki kadınlar uyarınca kendine gelebildi. Gözleri testideydi güya. Ama yine de görememişti dolduğunu. Çekti testiyi çeşmenin önünden. Güldü acı acı. Sonra tuttu evinin yolunu...

Evden içeri girerken incecik kaşları yıkıldı sinirli sinirli. Testiyi bıraktı kapının yanına; geçti pencerenin önüne, dayandı duvara. Odada kimse yoktu, tek başınaydı; ama deminki kadınların, kızların hayalleri doldurmuştu odayı bu sefer. Alev saçan bakışlarıyla sanki köyün bütün kadınlarının yüzüne karşı haykırdı bir anda:

-“Ben erimden vazgeçmeyeceğim! Başkasına varıp da, atın yerine eşeği bağlamayacağım işte, bağlamayacağım!” diye haykırdı.

Başka erkekler de neydi ki sırma bıyıklı Ali’sinin yanında? Değil yedi yıl, on yedi yıl dönmese sılasına, onu gene unutamazdı!

Güz güneşi çoktan devrilip gitmişti mor dağların ardına. Gece iniyordu köye ağır ağır. Oda, farkına varılmaksızın kararıyor, derinleşiyordu. Derken bu yandaki kapkara dağların ardından kocaman bir ay gözüktü. Sonra ağır ağır yükseldi göklere; pırıl pırıl yanmaya, kerpiç evleri süslemeye başladı.

Kınalı kekliğin canı ne yemek istiyordu, ne de su. Teselliyi bir tek rüyalarında buluyordu. Ne zaman ki yaşlı gözleri kapansa, Ali’si geliyordu rüyalarına. O zaman tatlı sert kızıyordu bizim kınalı keklik Ali’sine:

“İnsafsız! Yedi yıl oldu sen gideli. Diktiğin fidanlar meyveye geldi. Birlikte gittiklerinizin tümü, yedişer sefer geldiler sılalarına. Durmadın sözünde Ali’m. Kavlimizde gidip de dönmemek var mıydı vefasız?” diye haykırıyordu rüyasında.

Sonra, haykırarak uyandı rüyasından bizim kınalı keklik.

Sabah olmuş, güneş bir mızrak boyu yükselmişti. Kalktı uzandığı yerden:

- Hayırdır inşallah, dedi. Rüyasını hayra yormak istedi.

Yerinden kalkıp usulcacık gitti, kapının kalın tahta sürgüsünü kontrol etti. Kapıyı sürgülediğini görünce içi rahatladı. Kafası dalgındı; belki de gece kapıyı sürgülememiş olmaktan korktu. Korkmakta haksız da sayılmazdı. Kendisiyle evlenmek isteyen Kara Dursun, kötü dadanmıştı buralara. Köy bakkalında kafayı çekip, kınalı kekliğin tek gözden ibaret evinin yakınlarına düşüyordu. Daha bir günden bir güne ne kapısına dayanıp böyle böyle demişti, ne de çeşmeye giderken yahut tarlanın yolunu tek başına tuttuğunda yolunu kesmişti. Kesmemişti, lâf da atmamıştı ama, köyün cadı kadınları pek yakıştırmışlardı onu Kara Dursun’a!

Kapıyı kilitlediğinden emin olduktan sonra, yeniden yatağının yanına geldi. Yedi yıldır İstanbul’u mesken tutan vefasızını düşüne düşüne uykuya dalıverdi yeniden. Devrilip kaldığı yerde mışıl mışıl uyuyor; uykusunda yine düşler görüyordu kınalı keklik. Düşünde yine İstanbul gurbeti vardı. Ali’sini aramaya gitmişti düşünde. Bulmuştu da. Ama güzellerin arasındaydı Ali. Güzellerden biri dizine başını koyup uzanmıştı boylu boyunca. Bir başkası da karşısında raks ediyordu.

O zaman, o zaman işte, gizlendiği kıyıdan çıkıvermişti kınalı keklik. Ali şaşırmıştı. Bizimki açmıştı ağzını, yummuştu gözünü Ali’sine:

-Yârim, İstanbul’u mesken mi tuttun? Bu güzelleri gördün de beni unuttun mu? Sılana gelmemeye yemin mi ettin yoksa?

Biraz sonra, yine korkuyla uyandı bizim gelin. Ne Ali vardı, ne de yanındaki güzeller... Derin bir nefes aldı. Çaresizlik içinde yerinden doğruldu; bugün ne yapacaktı acaba? O da bilmiyordu...

Peki, Ali’si geri geldi mi? Kara Dursun onu rahat bıraktı mı? Bunları bilen yok. Ama bizim bahtsız gelinin yaktığı türkü, hep dilden dile dolaşıp durdu yıllarca.

Hikâyenin anlatımından sonra program, müzik öğretmeni Halil Erbay’ın seslendirdiği “Yârim İstanbul’u Mesken mi Tuttun” adlı türkü ve gelin temalı birkaç türküyle son buldu.

Dr. Öğr. Üyesi Onur Aykaç’ın anlatımı ve müzik öğretmeni Halil Erbay’ın icrasıyla gerçekleştirilen “Bir Türkü Bir Hikâye” adlı program, Nalıncılar Kültür Evi’nde iki haftada bir salı günleri devam edecektir.