Karaman'lı fotoğrafçılar bir araya gelerek "Larende Fotoğraf Topluluğu"nu oluşturarak Karaman'ın köylerine ilk gezilerini düzenlediler.
TOROSLARDA BAĞ BOZUMU
Bir Gezi Hikayesi
Son kanat vuruşları mor yamaca vuracak, kelebeğin türküsü alemi saracaktı. Göksu’nun kollarına
boz palazlar konacak, eylüllerden bir eylül fırınlar yanacaktı. Yanık kekik kokusu genizlere
dolacak, gökyüzünde mutlaka bulutlar olacaktı. Belki bir nar ağacı hafifçe dokunacak, utangaç
çehresiyle tebessüm sunacaktı. Önümüzde keklikler mihmandırlık yapacak, belkide son eylülün
kartalı olacaktık. Usta , çırak yanyana geçmiş zaman kipinde, sabah saat dokuzda meydana
dolacaktık. Beton binaların soğuk yüzünü bir nebze unutacak, uçuşan karelerde cenneti
sunacaktık.
Aktekke meydanı...
Gecenin soğuğuna inat sımsıcak bir gün. Çantamızda fotoğraf mekinelerimiz, tanıdık-tanımadık
bir grup fotoğraf sevdalısıyla muhabbete dalıyor, bizi Torosların ardına götürecek minibüsü
arıyoruz. Derken o an geliyor, yoklama yapıyoruz. Kadrodaki eksiği, beşinci son beş dakikadan
sonra garajdan alıyor, M. TOPÇU ustamızı selfi’yle cezalandırıyoruz. Sıcak somun , poğaça
dolmuşa doluyoruz.
Bucakışla yönünden yola koyuluyoruz.
İçeride ikramlar sımsıcak poğaçalar... tahinli olanını herkesten soruyoruz. Kim nerede yapıyor
bilene soruyoruz. Sonra Semiha Hanım anasonlu şekeri paketten çıkarıyor, sabah şekerimizin
tadına varıyoruz. Şekerde Anosunun dinen hükmü nedir, sualine ceavaplar arıyor, Burhan’ın
kenarından Avgan’a sarıyoruz.
İçtiğiniz suların şişesini atmayalım diyor Emir Bey . İlerde bir yerlerdeki bir pınardan
şişelerimizi doldurma ümidiyle manzaraya dalıyor, yıkılmış bir Han’ın farkına varıyoruz.
Kalaba’dan, Bayır’dan Karaman’a yaya olarak gelen atalarımızın soluklanıp sığındığı bu konağın
son hali yüreğimizi burkuyor üzülüyoruz.
Avgan yaylasından yamaca yükleniyorken kaptan , Şakanın her hecesi içiyor ayrı kaptan.. Bir
şamata ateşi her yeri sarmalıyor. Neşe, sevinç, latife yokuşlar tırmanıyor.
Fotoğraf karelerine sanat adına olmadık zulümler uygulayan Emir Bey’e hafifçe takılıyor;
sürrealist tutumuyla ve kendine özgü bıyığıyla Salvador Dali’ye benzediğini söylüyoruz. Elinde
makinesiyle an ve an Karamanımızı nakşeden Emir Bey’den övgü ile söz ediyor, çift gökkuşaklı
Aktekke Camisinin nasılını soruyoruz.
Arabada dört Muhammet var diyor bir dost, beşincisi Özpınar, İzmir’e okula gitti. “Kötü
insanlar fotoğraf çekmeyi sevmez “ sözüyle onuda anıyoruz. Pırıl pırıl fotoğraf sevdalısı bir
avuç genç kardeşimiz de bizlerle beraberler. İyiki varlar diyor, gelecek adına ümidimizi
koruyoruz.
Muhteşem silüetiyle Bayır Köyü bizlere hoşamedi ediyor, meydanda bir yerlerde dolmuştan
iniyoruz. Damlarda kızıl üzüm, sokakta çoluk çocuk. Taştan ev , yaşlı amca... Sokağın inişinde
bir dükkan bizleri celbediyor, kısa ahşap kapıdan eğilerek giriyor, loş ışıklı dünyadan
kareler arıyoruz. Derken sevimli bir zanaatkâr hafifçe gülümsüyor, meraklı gözleriyle bizi
davet ediyor.
“ Yıllarca, Televizyonda unutulmuş meslekleri anlatan belgeseller seyrettim. Bir gün dedim,
bir gün benide anlatsalar. Çok şükür nasip bugüneymiş “ diyerek başlıyor anlatmaya:
Adını ben bilmiyorum ama “ Feysbuk “ muymuş , neymiş atında görsünler. Demirci Mustafa’yı
herkes bilir bilmesinede; bir de Türkiye bilsin. ” Model deriz buna “ diyerek elindeki
“Elsıranı” yapılacak demiri gösteriyor.
“ Eskiden körükle yakardık ocağı, şimdi elektrikle “ diyerek, ateşi köpürtüyor. Elindeki
demiri sürüyor ocağa. Kıpkırmızı bir halde, örse yatırılıyor; kocaman bir çekiçle dövdükçe
dövülüyor. Bir daha yak ocağı sesleri yükseliyor. Deklanşör şıkırtısı kubbeyi çınlatıyor.
Sonra kızgın demire sağ elini sürüyor.
“ Dilimide sürerim, ama birazdan yemek yiyeceğim.” Diyerek şovu tekrar ediyor.
Her Demirci bunu yapamaz. Bizim pirimiz Hz. Davut. Sağ eliyle tutarmış demiri hem de çekiç
kullanmadan sol eliyle dövermiş.
“ Çekiç örs arasında. Dövünürken ham demir
Davut’un tınısından / Binbir nağme seslenir “ dercesine gerçekten ruhumuzu okşayan bir
musikinin Hasbahçesine giriyor, dingin bir ruh haliyle dükkandan ayrılıyoruz.
İki adım ötede köye hakim bir bahçede salkım, salkım üzümler arzı endam ediyor. Tane tane
inciler midemize iniyor; sonra çavuş emmminin sohbetine dalıyor, damağın neşesine birlikte
kanıyoruz. Öğle vakti diyerek köyden hareket edip, Akçaalan Köyünün sırtına varıyoruz.
Pınarın yamacında bulunan su oluklarına oturuyor, Emir Bey’in ızgarada pişirdiği sucuklara
yumuluyoruz.
“ İki size, bir bana Emir’in adaleti / Böyle zulüm görmedi cümle piknik milleti “ diyor, çay
keyfinin eksikliğini hissediyor, pınardan akan suyun lezzetini yaşıyoruz. Herkes doyana kadar
ızgara başında bağdaşını bozmayan Emir Bey’e teşekkür ediyoruz.
Derken pınar başında Ada bebek yıkıyor / Serip çimen üstüne sonrada kurutuyor
Minik adanın hali bize neşe veriyor / Yirmi küsur deklanşör ada ile doluyor.
Köye doğru inerken bir duman görüyor, kapıp makineleri fırına varıyoruz.
Dünki üzüm ve şıra şimdi pekmez oluyor / Kevgirde altın suyu ne güzel köpürüyor
Yüzlerce kez tetiğe basıyorken parmaklar
Firdevs’in ırmakları tavalara doluyor.
Ve Kalaba Köyü
Kendine özgü girift sokaklar, basit taşlar ve ağaçlarla oluşturulmuş otantik evler. Binlerce
yıllık Türkmen kültürünü, üzerindeki abasında ve feslerinde taşıyan ninelerimiz, köpük, pekmez
oyununun belkide en muhteşem galasını sunuyor bizlere.
Eve doğru dönerken Cennetten karelerin hülyasına dalıyor, bir sonraki gezimizin Kiraz
Mevsiminde olmasını diliyoruz. 21.09.2014
Abdurrahman BOYACI