2014 başlarından itibaren yazılarımızı paylaşma fırsatı bulduğumuz gazetenin yeniden yapılanması sürecindeki birkaç aylık ayrılık sonrasında, Karaman Gündem ile sizlerle yeniden buluşma şansını geçen hafta elde etmiştim. Ülke gündeminin yoğunluk olarak “zirve” yapan ama “önem” derecesi açısından aynı düzeye sahip olmadığını düşündüğüm bir gündem başlığı (Ak Saray) ile sizlere seslenmiştik.

Geçen yazımızdaki önem ve yoğunluk düzeyine uyumlu bir başka konu daha alevlendi son Milli Eğitim Şura’sı ile birlikte. Osmanlıca (!) artık lise eğitiminde müfredata girme yolunda… Konu, Türkiye’nin uzunca bir süredir yaşamakta olduğu genel eğilime tam anlamı ile uygun düşen bir toplumsal yarılmayı da beraberinde getirdi. Bulunduğumuz her ortamda yarılmanın tarafları hemencecik saf tuttular. Konunun derinliğine sahip olanların arasında da yaşanmakta söz konusu tartışmalar. Elbette saygın değerlendirmelerin hangi yöne işaret ettiğine bakılmaksızın önemli ve dikkate alınması gerekli olduğunu düşünüyoruz. İlgi çekici olan, alevlerin ilk çıktığındaki “karambol” anıydı. Kim kime sallıyor, ne diyor, nasıl diyor? Bunların pek ka’ale alındığı yok. Yazılı, görsel ve sosyal medyada taraflar, bütün uzuvları ile çarpışıyor. İçi dolu ya da boş söylemler, gırla gidiyor.

         Karaman Gündem de bir köşe yazısı ile tartışmanın içine dahil olduğu için, önce mükerrerlik endişesi ile bu konudan uzak kalmayı yeğledik. Ancak geçen akşam Murat Bardakçı’nın bir kanaldaki düzenli tarih tartışma programında söylediklerinden sonra konu daha ilgi çekici hale geldi. Engin Ardıç’ın ifadesi ile, “ottan, böcekten bahsetmek” lüzumsuzluğu görevimizi bir kenara bırakarak biz de bu alevli konuya dalmaya karar verdik.


         Her şeyden önce, tartışmaya konu olan başlığın ortaya konuluşunda bile bir talihsizlik var. 17 devlet kurmuş, binlerce yıllık köklü bir geçmişi, medeniyeti inşa etmiş, çağların açılıp çağların kapanmasına yol açan bir milletin diline nasıl olur da bir hanedanın ismi verilebilir? Osmanlıca şeklinde bir dil olmadığı, olamayacağını en baştan belirtmek gerek. Bahsi geçen dilin adı kesinlikle “Türkçe”dir. Tartışılan konuya belki, Osmanlı Türkçesi diyebiliriz. Oysa bu da çok doğru olmaz. Türkçe’nin Osmanlı döneminde kullanılan harflerle ifade edilişine biz asla ve kat’a “Osmanlıca” diyemeyiz. 


        Murat Kurnaz, tartışmaya çok tatmin edici bir analizle katılmış. Nasıl İngilizce, çeşitli dönemlerdeki hanedan ailelerin isimleriyle yani Normanca, Saksonca, Tudorca şeklinde ifade edilmiyorsa, Türkçe de “Osmanlıca” ya da benzer bir başka şekilde ifade edilemez, edilmemeli. Bu durum her şeyden önce yukarıda sözünü ettiğimiz kökümüze, medeniyetimize, kültürümüze haksızlık olur.


       Tartışılan, bugünlere kadar ulaşan değerlerimizin taşınmasına ve sürdürülmesine aracılık eden dilimizin bir dönem kullandığı fonetik. Yani harfler. Hangi harfi kullanırsak kullanalım, dilimiz hep aynıdır, aynı da kalacak! Türkçe… Ancak tartışmanın içeriğinden siyasi bir bakışın getirdiği gerilimi kolaylıkla görmekteyiz. Osmanlıca harflerin kullanıldığı Türkçe’ye karşı duruş sergileyenlerin çıkış noktası, daha çok bu durumun bir geriye gidişi simgelemesidir. “Karşı devrim” girişimidir. Cumhuriyetin kazanımlarına yönelik bir isyan, bir baş kaldırı’dır. Yüzünü ve yönünü Batı’ya çevirmiş, bilimi esas almış olan iki yüz yıllık uygarlık ve aydınlık düşünceye savaş açılması’dır. Çağdaşlaşma yolculuğundan sapmak, yeniden yobazlık ve karanlık döneme yönelmektir. Böyle bir gelişme ve girişim, Türkiye Cumhuriyeti projesinin ters yüz edilmesi anlamına gelir ki, düşünülemez, kabul edilemez.


       Osmanlıca harflerin kullanıldığı Türkçe’nin savunucularından bir kesim ise, konuyu bir “kurtuluş reçetesi” gibi sunma çabasındalar. Yıllardır köklerinden koparıldığı için, geçmişi ile iletişim damarları kurutulmuş bir millet için “ihtişamlı günler” artık gelecek. Bütün engeller ortadan kalktı şahlanmak için… 


        Elbette burada bazı temel vurgularına yer verdiğimiz karşı görüşlerin kendisine göre doğruları olabilir. Bize düşen, bütün görüşlere saygı duymaktır. Ancak her iki görüşün de tek başına doğru olamayacağını da ifade etmemiz gerek. Binlerce yıllık bir kültür ve medeniyetin inşasında önemli bir araç olan dilimizi, farklı harfleri kullanarak ne ortadan kaldırırız, ne de bu yolla her şeyimizi mükemmel hale getirebiliriz. En basitinden tartışılan harflerin kullanıldığı dönemlerde dahi bu aziz millet, Dünya’da hem “Vezir” hem de “Rezil” dönemleri yaşamıştır. Dememiz o ki, bizler Osmanlı harfleri ile Dünya’ya yön veren, çağ açıp çağ kapayan bir dönemi de yaşadık, “Hasta Adam” yaftası ile temsil ettiğimiz değerlere karşı utanç yıllarını da yaşadık. O halde, harflerin ne olduğunun belki de çok büyük bir önemi ve etkisi yok. Karanlık tehlikesi açısından da, çağdaşlaşma ve yeniden Dünya Liderliği için de…


         Bu kapsamda baktığımızda, bilimin, teknolojinin, yeniliğin, kalitenin, insan hak ve değerlerinin yeni merkezi olmayı başaran Japonlar yakın dönemin örneği olabilir ya da olmalıdır. Geçmişinin izlerine savaş açmadan geleceğe ve bilime, aydınlığa ulaşmayı başarmış bir toplum. Başarısının arkasında sembollerin yerine “karınca ruhlu” çalışma anlayışı yatıyor. Yaşadığı tarihsel kırılma noktaları, başlarına bela olan askeri darbeler, benimsediği ekonomik model gibi konularda Türkiye ile birçok benzerliği olan Güney Kore, bugün Batı’nın bile gıpta ettiği bir noktaya ulaşmış halde. Onlar için de geçmişin izleri ve sembolleriyle bir savaş yok. Bu tarihi iz ve sembollerin “huzurunda” saygı ile eğilen Japon ve Kore’liler için “hain” ve “gerici” damgaları üretilmemiş kendi toplumlarında. Bu topraklarda geçer-kabul anlayış, bize hiç de yabancı olmayan bir anlayıştır. Hatta icat edeni biziz bu anlayışın: “…Öğün, Çalış ve Güven!”

        Bugünlerde yukarıdaki örneklere uygun düşen çok sayıda çalışan, güvenen ve kendisiyle övünen millete tanıklık etmekteyiz. Sadece Batı’nın sembollerini almak yerine bilgiyi alan, bunu geliştiren, yeniden üreten Dünya’nın yeni aydınlık merkezleriyle tanışıyoruz. Ama bunlar, gelişimleri sürecinde geçmişini bir tehlike ve düşmanlık sebebi olarak görmeden, varsa eksik ve hatalarından arındırarak ama hürmet ederek, saygı duyarak yolculuklarına devam etmektedirler.


        Üstelik bu aziz millet, tarih boyunca ana unsurlarıyla bir sömürge haline gelmemiştir. Sömürge döneminin dayatmalarından kurtulmak ve acı geçmişin izlerini, sembollerini yok etmek gereksin. Tarihe bakalım, burada anlatmak istediğimiz gibi yaşanmışları görmek için. 1800’lü yılların başından itibaren Türkistan’ı işgal eden Ruslar, önce Osmanlı harflerinin yerine Latin harflerini dayatmışlar Türkçe’ye. Amaç farklı coğrafyalarda kalan tek bir milletin evlatları arasındaki bağları koparmak. Cumhuriyet sonrasında ülkemizin Latin Alfabesine geçişi sonrasında ise, Türkistan “Kiril Alfabesi” dayatmasıyla karşılaşmıştır. Amaçta bir değişme olmadan… Bugün Türkistan’da bazı ülkeler, özgürlük sonrasında ve koparılmak istenen bağların tekrar güçlenmesi amacıyla yeniden Latin Alfabesi kullanılan Türkçe’ye geçmişler veya geçme çabasındalar. Çok şükür ki bizler için böyle bir acı geçmiş yok! Dolayısıyla geçmişten korkmaya da gerek yok!


           Ayrıca Osmanlı döneminde kullanılan harflerin kullanıldığı Türkçe’den Latin Alfabesi’nin kullanıldığı Türkçe’ye geçildiği dönemin “ruhunu” iyi anlamalıyız. “Zamanın ruhu” vardır ve o dönemin kendi koşulları böyle bir değişikliği gerekli kılmış olabilir. Bilim ve bilgi o dönemde sadece Batı’nın tekelinde idi. Üstelik bugün olduğu gibi yayılması da kolay değildi ve kıskanç Batı, böyle bir paylaşımı da arzu etmiyordu. Bilgi ve bilim ile çok daha kolay entegrasyon sağlamak amacıyla, Osmanlı harflerinin kullanıldığı Türkçe yerine, Latin harflerinin kullanıldığı Türkçe tercih edilmişti. Uzun yıllardır üzerine serpilmiş olan “ölü toprağı”ndan, yani bilimden, çalışmadan, kendisine güvenden uzak kalmaktan bu kolaylık yoluyla kurtulmak istenmiştir. Ama temel anlayışa vurgu yapılarak benimsenmiştir bu değişiklik: “Öğün, çalış ve güven!”.


            Osmanlı harflerinin kullanıldığı Türkçe’ye olumsuz bakanlar, bu duruşlarını Büyük Atatürk’e dayandırıyorlar ki en şaşırtıcı olan da burasıdır. Zamanın ruhunu iyi yorumladığımızda, geçmişimizden, izlerinden, sembollerinden korkmamıza hiç gerek olmadığı görülecektir. Gelin artık daha çok çalışalım; kendimize güvenelim; dünü, bugünü ve yarını ile Büyük Türkiye için övünelim!

Sağlıcakla kalın!