Prof. Dr. Turan Karataş  ‘Muhterem büyüğüm’  diyerek başladığı mektubunu vefa ve gönül borcu hisleriyle yazdığını ifade ediyor. Karataş, “İçimizde bakırçalığı bir ümitsizlikle yaşayıp dururken,  yanıbaşımızda gümüş aydınlığında bir umudun da var olduğunu haber verdiniz. Bizi, eşyanın dilini bilmeye, kâinatın sırrını anlamaya çağırdınız. İçimize bakmayı, ruhumuza eğilmeyi öğütlediniz.”  sözlerinin ardından Kısakürek’in kendi için nurlu bir okul olduğuna dikkati çekiyor.

Necip Fazıl Kısakürek’e hitaben “üstad” sözcüğü söylendiğinde, kelimenin daha bir anlam kazanıp güzelleştiğini dile getiren Turan Karataş,  büyük şairin kendi üzerinde manen, fikren çok emeği bulunduğunu ve hakkının aşikâr olması amacıyla bu mektubu kaleme aldığını anlatıyor.

Bütün sanat ve edebiyat çevreleri Kısakürek’in dehasını kabul ettiği  “Kaldırımlar” şiirini yazdığında 23 yaşında olduğunu hatırlatan Karataş mektubunda, günümüz gençliğinin sanatsal bakış açısı anlamında geri kaldığını belirtiyor. Şairin yaşam boyunca verdiği büyük mücadeleyi ve çektiği acıları mükemmel bir anlatımla okuyucularına aktararak, şairin vefatında dahi arkasında çığ gibi büyüyen bir sevgi ordusu bıraktığını vurguluyor.

Prof. Dr. Turan Karataş mektubunu “Bugün daha bir anlam kazanmış olan ölümsüz dizelerinizle taçlandırarak noktalıyorum” diyerek Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Sûrda bir gedik açtık’ şiirini okuyanlarıyla paylaşıyor:

Sûrda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes
Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es!.. 
Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir!

İŞTE O MEKTUP;
Üstad’a Mektup
5 Nisan 2012
Muhterem büyüğüm,
Bu perişan satırlarla huzurunuzda olmayı, bir hadsizlik addetmeyiniz. Bu mektup, en yalın ifadeyle bir vefa, bir gönül borcudur. Benim neslim, ama daha çok da bizden önceki nesil sizin “parmaklarınızdan süt içti”. Diyebilirim ki, insanı, yaşamayı, mücadeleyi sizin şiirlerinizle daha manalı ifadelere kavuşturduk. Kelimelerinizle taze bir nefes, yeni bir söz oldunuz bize. Manidar ve sarsıcı deyişlerinizle delikanlılık kirlerinden yunduk arındık. Piştiğiniz çile kazanında bizi de kaynattınız kabiliyetimizce. Gençlik telaşımızı derleyip toparlayan sizdiniz. Hayal ufuklarımıza rengârenk ışıklar düşüren de. O kapkara günlerde “kaldırımların emzirdiği çocuk”ken her birimiz, “kaldırımların kara sevdalı eşi”yken ruhumuz, bir şey söylediniz bize, “her şeyi tutan bir şey”. İçimizde bakırçalığı bir ümitsizlikle yaşayıp dururken,  yanıbaşımızda gümüş aydınlığında bir umudun da var olduğunu haber verdiniz. Bizi, eşyanın dilini bilmeye, kâinatın sırrını anlamaya çağırdınız. İçimize bakmayı, ruhumuza eğilmeyi öğütlediniz. “Söndürün lambaları, uzaklara gideyim;/ Nurdan bir şehir gibi ruhumu seyredeyim” diyerek karanlık bölgemize çerağ tutmayı öğrettiniz. Hasılı, tek başına bir okul oldunuz; bize, mektebinizin nurlu pencerelerinden ışık düşürdünüz. Bu kadar hakkın küçücük bir şükrânesi kabul edin bu mektubu.

Üstadım,
İzniniz olursa, size böyle sesleneyim, dünya gölgeliğinden. Biliyorum, bu şekilde hitap edilmesini ne çok sevdiğinizi. Sizi şahsen veya gıyaben tanıyıp kalben sevenler de, size “üstadım” demekten kendilerini alamazlar. Galiba, bu sıfat da, en çok zatıâlinize yakışıyor. Şahsınıza hitaben söylendiğinde, sanki “üstad” kelimesi daha bir anlam kazanıyor, güzelleşiyor. 
Hatırlamadığınızdan eminim. Onca gaile arasında, o fırtınalı dünya serüveni içinde nereden aklınızda kalacak. Ama ben bugün gibi hatırlıyorum. İlerlemiş yaşınıza rağmen, yetişmesini arzu ettiğiniz gençliğin karşısına geçip onlarla yüz yüze konuşmak için dondurucu bir kış günü, o zamanların yoksul Anadolu şehri Sivas’a gelmiştiniz. Biz, 15-20 yaş arasında, ilkyazın coşkunluğu içindeydik. Konuşma yapacağınız sinema salonunu hıncahınç doldurmuştuk. Salonu adeta zangır zangır titreten sloganlar atıyorduk hep bir ağızdan. Niyetimiz nasıl kötü olabilir; memleketi kurtaracaktık karanlık günlerinden. Sahneye geldiniz. Arif Ay’ın o harika deyişiyle, “tüm inanmışların haritası yüzün”üzle” ve “öfkesini alanlarda dağ gibi gezdiren yüre”ğinizle işte karşımızdaydınız. Kararlı bir tavırla elinizi kaldırdınız. Bütün sesler sanki bıçakla kesildi, salon sükûtun emrine girdi. “Bu salonda bir tek ses duymak istiyorum” dediniz, “Üstad”. “Bir gençlik bir gençlik...” diyerek yetişmesi için aklınızla, yüreğinizle, canınızla çırpındığınız o masum fidanların, attıkları sloganlar yüzünden başlarının derde girmesini istemiyordunuz anlaşılan.  

Efendim,
Mektubuma başlarken de arz ettim. Üzerimizde manen, fikren çok emeğiniz var. Hakkınız aşikâr olsun diye yazıyorum, yoksa kendim için bir marifet saydığımdan değil. Ezberlediğim ilk şiirler sizin şiirlerinizdir. 15 yaşından önce hafızama misafir ettiğim o ‘dava ve cemiyet’ vurgulu şiirler hâlâ ezberimde. Hiç önemi yokken unutamadığım bir hatıram var bu bahiste. Ortaokulda bir şiir okuma yarışmasında, şimdi artık neredeyse adınızla birlik ilk akla gelen “Sakarya Türküsü”nü okuyup ikinci olmuştum. 
Bu vesileyle aklıma geldi, sormak istedim, merakımı bağışlayın. “Kaldırımlar”ı yazdığınızda 23 yaşında idiniz. Bu şiirden sonra bütün sanat ve edebiyat çevreleri dehanızı, şairliğinizi kabul etti. O yaşta böyle bir şiiri size ilham eden neydi? O nasıl bir yalnızlıktı, nice bir acıydı? Fısıldayın kulağıma, n’olur!
Ne yalan söyleyeyim üstadım. Ben daha çok, hem de pek çok şiirlerinizle hemhâl oldum; onları sevdim, yutarcasına okudum. Hafızamda kalan mısralarınızı, beyitlerinizi mırıldanıp durdum hayatın beni yorgunluklarla sınadığı yokuşlarında, insanoğlunun beni şaşırtan kaypak zamanlarında. Şiirinize aşina olanların sevdiği, beğendiği, bir vesileyle terennüm ettiği yüzlerce mısraınız var kuşkusuz. Dedim ya benim de dilimden eksik olmaz bercesteleriniz. Lâkin birkaçı var ki, her birini ne zaman hatırlasam,  bir hikmet kitabı okumuş gibi düşüncelere dalarım:
Bu nasıl bir dünya, hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamanı vehim.
Hey gidi, gölgeler ülkesi dünya!
Bir görünmez şeyin gölgesi dünya!
Küçükken derdi ki dadım:
Çoğu gitti azı kaldı.
Büyüdüm, ihtiyarladım.
Çoğu gitti azı kaldı.
Akrep nokta nokta ruhumu sokmuş.
Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.
Kazanda su kaynasa sanki ben pişiyorum;
Bir kuş bir kuş öldürse ben can çekişiyorum…
Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…
Yaram var, havanlar dövemez merhem;
Yüküm var, bulamaz pazarlar dirhem.
Bıçak soksan gölgeme,
Sıcacık kanım damlar.
İçimde bu azgın dâvet ne demek?
Nedir suratımda bu çukur yollar?
Kavuşmak nasıl olmaz, mademki ayrılık var?

Siz ki, “sultanu’ş-şuara”sınız, hem de sözlerin efendisi. Böyleyken bu dünyanın hikâyetini anlatmaktan, yorumlamaktan dertleniyorsunuz. Bizim hâlimizi ne olacak, efendim. Bizim hâlimiz nice olacak, efendim.
Kültür Bakanlığı 100 yaşına bastığınız yıl, sizin için bir armağan kitap çıkardı. Görseydiniz ne derdiniz, aşağı yukarı tahmin edebiliyorum, fakat ben beğendim. Tiyatrolarınız üzerine bir incelemeyi de ben vazife kabul etmiştim. Söz konusu yazı vesilesiyle bir daha bir daha okuduğum Bir Adam Yaratmak adlı eseriniz için size teşekkür etmek isterim. O ne büyük bir eserdir öyle, o nice bir söz kudretidir. Bir insanın “ruh burkuntuları” ancak bu kadar ayan beyan edilebilir. Aşk olsun.

Üstadım,
Oğlunuz Mehmed’in şahsında umut bağladığınız bizlere bir mektup yazmıştınız. 35 senedir benim kuşağımdan birçok Mehmed’in dilindedir o mektubun dizeleri. Belki de bu yakıcı dizelerinizin saikıyla, “duvarları sünger gibi ‘âh u zâr’ içmiş bir kasvet ocağı” dediğiniz zindanda yaşadıklarınızı, o zamanki ruh hâlinizi, sizin gibi yerinde duramayan, beyni zıp zıp zıplayan birinin dört duvar arasında nice ıstıraplara maruz kaldığını daha yakından duymak için Cinnet Mustatili’ndeki günlüklerinizi, cezaevi notlarınızı okumuştum da, ruhum delik deşik olmuştu. Bir yerde şöyle diyordunuz: “Koyunların, içtiği su hakkındaki tahlil bilgisi, hiç olmazsa tad alma kabiliyeti bakımından benimkini aşar. Acı bir tad alıyorum, ama hiçbir şey anlamıyorum. Yalnız, ıstırap çekeyim diye şuurum bana bırakılmış, gerisi tamamiyle elimden alınmış gibi bir hal içindeyim.” 
Biliyorum, efendim, “hor ve öksüz” dedikleri bu büyük davayı anlatmak uğruna ne çilelere katlandığınızı. Üzüleceksiniz, fakat sormadan edemeyeceğim. Şimdiki gençlerin hemen hiçbirinin “mustatil” kelimesinin anlamını bilmez vaziyete geleceğini tahmin etseydiniz, eserinize yine bu adı verir miydiniz?
Müsterih olun sultanım. Sizi üzen, sizi zaman zaman canınızdan bezdiren, sizi hapislere atan bir ülke olmaktan kurtuluyor memleketimiz. Artık üniversitelerde şiiriniz, poetikanız ders olarak okutuluyor. Hakkınızda yüksek lisans ve doktora tezleri yapılıyor. Dergiler özel sayılar hazırlıyor. Sizin için bir mutluluk haberi midir, bilemiyorum, duyasınız istedim. Artık, Başbakanımız da sizin şiirlerinizi okuyor. Unutmadan bir şeyi daha haber vermek isterim. Bugünlerde bir gazete düşüncenizin aynası, kaleminizin muharebe meydanı olan Büyük Doğu’nuzun her hafta bir sayısını tıpkıbasım yapıp okuyucularına armağan ediyor. Gerçi ilk 11 sayısını, anlamadığımız bir nedenle vermedi, ama yine de fikrî ve ruhî mücadelenizi görmek bakımından iyi bir fırsat.
Üstadım, 
“Dava adamlığı” tabirini sizinle birlikte heceler olduk. Siz ki “bana yanmak düşüyor yangın görsem resimde” sorumluluğunu ve gövdesine ağır gelen kafasını o naif bedeniyle tam 79 yıl taşıyıp duran bir çile ve fikir işçisiydiniz. Bu meyanda bize birçok şey haykırdınız yahut fısıldadınız; ben de her fırsatta bu altın sözlerin bir kısmını mırıldanıp derdinizi dertlenmeye çalıştım:
Allah ismi varken lûgat ne demek!
                                  Karalıyorum!
Tükür bu hayatın irin yüzüne!
                                               Tükür!
Azap var mı âlemde fikir çilesine eş?
Çilesiz suratlara tüküresim geliyor!
Gideriz nur yolu izde gideriz,
Taş bağırda, sular dizde, gideriz,
Bir gün akşam olur, biz de gideriz,
Gidenlerden kalan şey;
Duvarlarda resimler,
Mezarlarda isimler…
Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!
Mezarda geçer akça neyse, onu biriktir!
Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası!
Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı!
Gitti, su yollarını kıvrım kıvrım bilenler,
Bir ot yığını kaldı; kökünden kesilenler…

Efendim, 
İçimde kanayan bir yara var ki, size söylemeden edemem. “İnandık” dedikleri yüce buyruklara, sizden önceki ruh mimarlarının ve sizin bunca hikmetli öğütlerinize rağmen, bugünün dindarları, yani davanıza/ davamıza sahip çıkacak olan insanlar, paraya pula, mevkie makama fazlaca değer verir oldular; dünyayı gereğinden çok önemser hâle geldiler. Özgörevlerini unuttular sanki.

Üstadım,
Fikrinizi, susayanlara sebil sebil sunduğunuza şahidim. Bir de gerçek manada ne kadar cömert olduğunuzu sizi tanıyanların anlattıklarından dinledim. Paraya değer vermeyen yönünüzün büyüklüğünüzde mutlaka katkısı olmuştur. Hemen hatırlarsınız; eliniz daralmıştı, parası olduğunu bildiğiniz yakın arkadaşınız Nahit Sırrı Örik’ten o zamanın parasıyla 150 lira borç istemiştiniz. İsteğinizi yerine getirmeyen bu arkadaşınıza paranız olduğu bir vakit yemek ısmarladınız; onun size borç vermeye kıyamadığı 150 lirayı da, hizmet eden garsona bahşiş verdiniz. 

Efendim,
Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez//
Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada,
Bütün fâni lezzetlere darılmadan geçilmez.
diyerek geçip gittiniz bu fani dünyadan. Çok sevdiğiniz Rabbinize kavuştunuz. Mutlaka hissettiniz; cenazenizde mahşerî bir kalabalık vardı. Dönemin askerî yönetimi toplanmaya izin vermemesine, ‘cenazeyi biz defnedeceğiz’ demesine rağmen, sevenlerinizin çığ gibi büyümesi karşısında fazla direnemedi.
Son yolculuğunuzun ardından en etkili, en manidar yazıyı Büyük Doğu’dan Diriliş’e sıçrayan tilmiziniz Sezai Karakoç yazdı. Ebedî âleme yürüyüşünüz için “göklerin çektiği kartal” imgesini kullanmıştı. O hüzünlü yazının ilk cümlelerini sizinle paylaşmak isterim: “Altmış yıl durmadan dinlenmeden bin bir çile içinde, eserler vererek, mücadeleler yaparak milletinin varoluş savaşında yerini alan bir Millet Büyüğü, düşünce ve edebiyat hayatımızın dinmez ve sinmez kalemi, yerinden oynamaz üslubuyla kendini edebiyat tarihine hakkeden kalem, Üstad Necip Fazıl, aramızdan sıyrılıp, âdeta bir kuş gibi uçup gitti.” 
Evet, tam da böyle, uçtunuz gittiniz. Bir kartal heybetiyle.
Bir de onlarca şiir yazıldı, ten elbisesini terk edişiniz üzerine. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun sizi tavsif etmek üzere söylediği “Türk şiirinin bedir hali” mısraı, 29 yıldır hâlâ hatırımdadır.
Sahi üstadım, sizden sonra şiir göğümüzde sizin gibi kudretli bir sese sahip söz sultanına tesadüf edemedik. Sezai Karakoç da, pek az şiir yazdı dünyaya vedaınızdan sonra. O da sustu, yirmi yıldır tek dize olsun söylemedi. Şiir nehrimizde ahenksiz, tesirsiz, anlaşılmaz, yabancı sesler akıp duruyor.
Efendim,
İstirahatınızı daha fazla taciz etmeden izninizle huzurunuzdan ayrılıyorum. Hadsizliğim olduysa bağışlayın. 
Bu kifayetsiz, perişan fakat her kelimesi samimiyetimin nişanesi olan satırlarımı, bugün daha bir anlam kazanmış olan ölümsüz dizelerinizle taçlandırarak noktalıyorum:
Sûrda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes
Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es!..
… 
Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir!

Ellerinizden öperim. Manevi evladınız Turan Karataş.