Cihannüma Karaman Şubesi tarafından düzenlenen Pazar Sabah Namazı Buluşmaları devam ediyor. Bu haftaki sohbette Tatlı Yaşayan Acı Ölür konusu işlendi. Araboğlu Camisinde eda edilen namaz sonrası Tartan Evi Yanı Kültür Evine geçildi. Kur’an-ı Kerim tilaveti ardından başlayan program KMÜ İslami İlimler Fakültesi Dr. Öğretim üyesi Nasseruddin Mazhari’nin sohbetiyle devam etti. Nasseruddin Mazhari konuşmasında şunları dile getirdi.

         Değerli dinleyiciler kültür evine hoş geldiniz. Bu gün ölüm ile ilgili bir hadisi şerif ile başlayacağız sohbetimizi. Tirmizi ve Nesai, Ebu Hureyre (r.a) kanalı ile Hz. Peygamber (a.s)’den şöyle bir rivayet nakletmişlerdir:

  اكثروا ذكر هاذم اللذات

         lezzetleri ortadan kaldıran, yok edeni (ölümü) çokça hatırlayın”. Her türlü lezzet ve şehveti ortadan kaldırır. Artık tat alma, zevk alma yok olur. Şehveti taam, şehveti kelam ve şehveti ferci ortadan kaldırır.

 Burada hatırlamaktan maksat ona azık hazırlamaktır, yoksa salt bir hatırlamak ve dillendirmek maksat değildir. Onun gereği neyse ona göre amel etmedikten sonra ne kadar dillendirirsen hiçbir faydası olmaz çünkü bilinçli bir hatırlama değildir.

Her türlü haramı işleyip sonra da gülerek ölümü, ahireti hatırlamak meseleyi hafife almak ve alay geçmek demektir. İnsanın ölümü hatırlamak ve ondan korkmak ile hayvanınkinden farklı olmalıdır. Hayvanda ölümün çok kötü ve acı verici olduğunu bilir. Ondan dolayı da olabildiğince ölümden kaçıyor.

Ama hayvan nezdinde ölümden sonraki hayat söz konusu olmayınca şuursuzca yaşar. Yeme, içme, uyumadan başka bir gayesi yoktur hayvanın. Bunların dışında başka bir mesuliyeti olmadığından sorumlu da değildir Allah (cc) nezdinde. Müşrikleri hayvanlardan da aşağı derecede sayan rabbimiz, Allah (cc) karşısında mesuliyetlerini yerine getirmemelerinden dolayıdır. Hayvan yaratıldığı gayeyi doğrultusunda yaşar, vazifesi neyse onu yerine getirir; ama müşrikler apaçık delil ve burhanları gördüklerine rağmen teslim olmuyorlardı hakka, hakikate. Ondan dolayı hayvandan daha aşağı mertebede sayılmışlar Kur’an’da.

Aslında hayatın değişik aşamaları, akışı insanı ölüme yavaş yavaş hazırlıyor sanki. İnsan çocuk iken ölümden daha fazla korkar, gençken de öyle. Ama orta yaşından sonra akli ve fikri melekesi olgunlaştığında yavaş yavaş ona teslim olur ister istemez. Yaşlılar bazen derler “biz artık dünyada yiyeceğimizi yedik, içeceğimizi içtik…”  bu aslında bir nevi teslimiyettir.

Hastalıkta insanı yavaş yavaş yaşamdan uzaklaştıran, soğutan bir başka önemli faktördür. İnsan hasta iken dünya lezzetlerini gerçek bir şekilde tadamaz. Hatta su ve en tatlı içecekler bile ona acı gelir. Bundan dolayı da hastalık zamanında yaşamın değeri insanın gözünden düşer ister istemez. Hatta hastalık ağırlaştığında insan ölümü temenni eder hale gelir bazen. Zaman zaman da bu duygu o kadar güçlenir ki intihara kadar insanı sevk eder maazallah.

Ölüm sekeratı de kime daha zor gelir? Dünya hayatındaki lezzetlere dalmış ve yaşam boyunca başına gelen musibetleri kendine kolaylaştıramamış insana zor ve çekilmez olur.

 Yükü hafif olanın taşınması, göç etmesi zor olmaz. Bir evden başka bir eve, bir şehirden başka bir şehre, hatta bir ülkeden başka bir ülkeye taşınmak da aynıdır. Yükü çok olan kolay bir şekilde bir yerden başka yere göç edemez. Göç etmesi külfetli olur. Yükü hafif olan istediği zaman göçer, taşınır gider.

Gülistan’da Sadi der ki: “bir kişi Gazneli Mahmud’u diğer bütün cismi çürümüş ama gözleri açık kalmış vaziyette rüyada görür. Rüyayı tabir eden bir zahidin yanına gidip tevilini sorar. O da der ki: mülkü diğerlerin elinde olduğu için gözü açık kalmıştır”  

Riyazet çekmek, çile çekmenin mantığı da budur. Bir yandan nefis tezkiyesi yapılır, diğer yandan da nefsi zorluklara alıştırır salik. Misyon ve hedef sahibi olan insanlar kendilerini zorluklara alıştırmışlardır her zaman.

Şehid Abdullah Azzam’ın hanımı der ki: “eşim daha Pakistan’da üniversite hocası iken sabah erkenden kalkar en çetin kış sabahlarında soğuk su ile abdest alır ve uzak camilere yürüyerek giderdi çocukları ile beraber”. Daha cihada gitmeden kendini alıştırıyormuş. Daha sonra kendini şehit oluncaya kadar Afganistan dağlarında geçirmiş zamanını.

 Ölüm anında insanın duyuları geçek bir şekilde işlev görmekten uzak kalırlar. Ondan dolayı da o lahzaya sekerat derler. Dolayısıyla insan gerektiği gibi ölümün gerçekleştiğini bilmez, sadece hisseder. İmanı sağlam olan kimse ne ölümden korkar ne de tehlikelerden. Ne demişler: “Parası olan pazardan imanı olan mezardan korkmaz”.

         Yaşam boyunca acılar, ıstıraplar ve musibetler insanın bedenini yavaş yavaş yıpratıp tamamen yıkılmak için hazırlar. Mevlana’nın değişi ile her hastalık ve her musibet insan için ölümün habercisidir.

Şöyle de Mevlana:

درد ها از مرگ می آید رسول        از رسولش رو مگردان ای فضول

kederler ölümden haber getirirler, onun habercisinden yüz çevirme (yani gafil olma).

         İnsanın cismi bir binaya benzer. Depremler, seller, yağmurlar, karlar, rüzgârla, güneş nuru ve sıcaklığı onu zamanla yıpratır. Depremlerin şiddetine göre çatlaklar oluşur, hasar meydana gelir, delik açılır, kenarları köşeleri dökülmeye yüz tutar. Restorasyonlar ve diğer tamirat onu yıkılmaktan kurtaramaz asla. En son yıkılmaya mahkûmdur.

İnsanın cismi de öyledir. İğne, serum, çeşit çeşit ilaçlarlar cisimdeki hasarları gidermeye çalışır insan. Ama sonunda cisim dayanamaz acılara yıkılır ve yok olur.

Mevlana bunu bir temsil ile çok güzel anlatmıştır. Der ki: birisi evinin duvarları ile konuşurmuş. Her zaman duvarlara dermiş ki: “ne olur yıkılacağın zaman bana haber ver olmaz mı? Ben seni sevdim, senin içinde çok zaman geçirdim, dolayısıyla bana haber vermeden yıkılma ne olur! Benim çocukların var, ev eşyam var, çok kıymetli şeyler var. Onları çıkarayım sonra yıkılırsan yıkıl. Ama böyle olmamış. Bir gün aniden evin duvarları üzerine yıkılmış. Enkaz altından cılız ses ile demiş ki: sana dememişiydim bana haber ver diye? Niye böyle yaptın? Bunca yıl hak hukukumuz vardı. Duvar çok ibretlik bir cevap vermiş. Demiş ki: Ben sana çok haber verdim, gece gündüz sana yıkılacağım konusunda konuştun seni uyardım, ama sen asla işitmedin. Her taraftan ağzımı açtığımda sen ağzımı çamur ile sıva ile kapattın. Hırsın ile dinlemedin ve bütün ağızlarımı kapattın.

En sonda da Mevlana şu mesajı veriyor: “Ey insan! Anla ki bu örnek ev senin bedenindir, dünyada başına gelen musibetler ve ıstıraplar da evde açılan deliklerdir. Sen de ilaçlarla onları kapattın ve ölmeyeceğini sandın gafil oldun”.                 

İnsan az ve hafif olan acılara kendini alıştırması lazım. Ölüme yanında dünyanın diğer bütün acıları hafif kalır. İşte bu hafif acılara göğüs geren ve onlarla mücadele eden kimseyi meşakkatler alt etmez, edemez. Böylece ölüm de ona zor gelmez.

هرکه شیرین می زید او تلخ مرد       هرکه او تن را پرستد جان نبرد

گوسفندان را ز صحرا می کشند       آنکه فربه تر مر آن را می کشند

kim tatlı yaşarsa onun ölümü acı olur. Kim bedeni taparsa o iflah olmaz. Koyunlar içerisinden sahibi en semiz olanını kesmek için seçer”.

Genelde savaşa giden ve tehlikelerde canını peşkeş eden kesim fakir kesimdir; hep de böyle olmuştur her yerde. Çünkü dünyaya onu bağlayan bir şey yoktur. Ondan dolayı ölümden korkmaz. Zenginler genelde servet ve can korkusu ile tehlikeli zamanlarda ortadan kayıp olmuşlar.

Süleyman b. Abdulmelik hacca geldiğinde “Mekke’de hala tabiundan yaşayan kimse var mı” diye sorar. Derler ki: “evet var” çağırın der. Ona Ebu Hazim’i getiriler. Ona bazı sorular sorar. Birisi de ölüm ile ilgili. Der ki: biz niye ölümden korkuyoruz? Ebu Hazim der ki: “çünkü siz dünyayı mamur etmişsiniz, ahiretiniz de harabedir. Dolayısıyla mamur bir haneden harabeye göç etmek istemezsiniz”. Sohbetimi Buhari ve Müslim’de geçen bu hadisi şerif ile bitirmek isterim:                

وعن أنس t قال: قال رسول الله : لا يتمنين أحدكم الموت لضر نزل به فإن كان لابدّ متمنيًا فليقل: اللهم أحيني ما كانت الحياة خيرًا، وتوفني ما كانت الوفاة خيرًا لي متفق عليه.

“sizden biri ölümü temenni etmesin. İlla ki edecekse şöyle dua etsin: Ey Allah’ım! Eğer yaşam benim için hayırlı ise sen beni yaşat. Eğer ölüm benim için hayırlı ise sen beni vefat ettir”.

Program yapılan dua ile sona erdi.