Cihannüma Karaman Şubesi tarafından düzenlenen Pazar Sabah Namazı Buluşmaları devam ediyor. Bu haftaki sohbette huşu konusu işlendi. Aktekke Camisinde eda edilen namaz sonrası Hatuniye Medresesine geçildi. Mücahit Özdemir’in Kur’an-ı Kerim tilavetiyle başlayan program KMÜ İslami İlimler Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Nasseruddin Mazheri’nin sohbetiyle devam etti. Nasseruddin Mazhari konuşmasında;

HUŞU VE ZOR ANLARDA OKUNAN DUALAR

Değerli dinleyiciler! Sabahlarınız hayırlı olsun! İslam alemi çok zor günler geçiriyor. Özellikle de bu günlerde Doğu Guta’da yüzlerce sivil zalimlerin bombardımanda şehit olmuştur. Onlarca çocuk orda birkaç gün içinde telef olmuş durumda. Bu acıklı durum için yer gök ağlarsa azdır. Ölen Müslüman olunca kimse sesini çıkarmıyor. Bir kişi İsrail veya Batı ülkelerde ölürse dünyanın her tarafından açıklama geliyor, ama Müslümanın kanı ucuz olmuş. Niye? Zayıf olanın kanı da canı da malı da ucuz olur. Dünyada yaşayan vahşi insanların kuralı bu olmuştur.

Bu sabah sohbetimizde namazda zor anlarda okunan dua ve huşu hakkında bir nebze duracağız. Dua eden zaten huşu sahibi olur. Huşu deyince biz namazdaki huşu aklımıza geliyor. Hal bu ki daha geniş bir anlama sahiptir. Bizim ihmal ettiğimiz huşu kalbi huşudur. Tabi ki namaz ve diğer ibadetlerde huşu şarttır, ama cereyan eden olaylar karşısında hissiz durma, anlam verememe ve gör ardı etme gibi eylemler kalbi huşunun yokluğu demektir.

Hz. Peygamber (s.a) huşu ile ilgili açıklama yaparken bazen ibadet anındaki huşudan bahsetmiş bazen de genel anlamda kalbi huşudan bahsetmiştir. Bir duasında şöyle der: “Ey Allah’ım! Menfaat sağlamayan ilimden, doymayan nefisten, huşudan uzak kalpten ve kabul olunmayan duadan sana sığınırım”.

Müslümanın her anı ibadet sayıldığından kalbi de genel olarak Allah’a kalbi yöneliş halinde olması lazım. Yanlışımız da budur aslında. Birçok şeyi dar bir çerçeveye sıkıştırıp hasretmişiz. Dua mefhumu da bizde öyledir maalesef. Dua ne zaman yapılır bizim anlayışımızda? Namazlardan sonra… O da imam ellerini kaldırdığı zaman, imam duayı bitirdiğinde ise dua bitmiştir bizim için. Hal bu ki dua için illa ellerimizi kaldırmamız, sesli sesli dua etmemi icap etmez. Her yerde ve her anda kalbimizle dua edebiliriz. Allah (cc) da bizi duyar, icabet eder. Çünkü o kalpleri bilen zattır.      

 Yaşadığımız günlerde en çok ihtiyacımız olan husus kalbi huş ve zor anlarda dua etmemizdir. Çok zor günlerde olduğumuz için size Caferi Sadık’tan nakledilen bir rivayetten bahsedeceğim. Bu zor günlerde diğer mesuliyetlerimizin yanında zor durumda olan Müslümanlara dua etmemizdir. Ayrıca yakınlarımızda yaşayan muhacirlerin hal ve hatırını sormaktır. Üstümüze kâbus gibi çöken bu musibet dolu günlerde Cafer’i Sadık’ın bu tavsiyesine amel edelim. O musibet, zorluk, darlık ve nimet isteme anlarında şu üç ayetin okunmasını ısrarlar tavsiye eder.

 Caferi Sadık Kur’an’ın esrarını bilen büyük müfessir ve fakihtir. Öyle ki bir konu hakkında konuştuğunda mutlaka Kur’an’dan delil getirir. Dolayısıyla Kur’an’ın esrarına, her kesin keşfedemeyeceği hazinelerine vakıf olan bir imam ve âlimdir. Tavsiyesi şöyledir: her hangi bir şeyden korkan kimse bu ayete sığınmazsa ona haline şaşarım:  

“O (iyi) kimseler ki, insanlar onlara: "Muhakkak ki, insanlar, sizin için (size saldırmak için) toplandılar. Artık onlardan korkun." dedikleri zaman, (bu söz), onların îmânını artırdı. Allah bize kâfîdir ve O, ne güzel vekildir." dediler”.

Çünkü Allah (cc) hemen peşinde şöyle der: “Kendilerine hiçbir kötülük erişmeksizin Allah'ın nîmetlerine ve ihsânına nâil olarak geri döndüler ve Allah rızâsına da uymuş oldular; Allah, pek büyük lütuf ve ihsân sahibidir”.

İçi kararıp hüzünlenen kimsenin de bu ayete sığınmadığına şaşarım: “Zünnun’u da (Yunus’u da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti. Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde senden başka hiçbir İlah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum diye niyaz etti”.

Çünkü ben Allah (cc) hemen şöyle der: “Biz de duasını kabul ettik ve kendisini kederden kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız”.

Aleyhinde entrikalar ve ihanetler yapılan kimsenin de şu ayete sığınmadığından şaşarım: “Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını hakkıyla görendir.” Çünkü Allah (cc) hemen peşinden şöyle buyurur: “Allah, onu, onların hilelerinin kötülüklerinden korudu. Firavun ailesini, azâbın en kötüsü kuşattı”.

Caferi Sadık böyle bir zattır işte. Ama maalesef bu gün onun izini takip etmeyi iddia eden kitle tam tersine mazlumları her türlü zülüm ve cefa içinde bırakıp Yezid’in ordusuna katılmıştır ve nice Husyinleri Suriye Kerbelasında öldürüyorlar. Kerbela adına kendini zincir vuranlar şimdi. En zalim en cani kimsenin yanında durmuş vaziyette. Hüsyin dirilseydi bunların yüzüne tükürürdü.             

Namazda huşu ve sakinlik insanın kalbinin sakin oluşuna işarettir. Hz. Peygamber (as)’in bulunduğu bir ortamda birisi namaz kılar; Hz. Peygamber (as) ona: “kalk bir daha namaz kıl çünkü sen namaz kılmadın” der. Böylece üç sefer o namaz kılan kişinin namazını hiçe sayar ve en son ona namazın nasıl kılınacağını bizzat öğretir.

Bazen kendi kendime derdim ki: Niye bu fıkıh kitaplarında hep namazın şartları en detayları kadar mevcuttur ama mesela huşu ile ilgili bir bab ve bir başlık yoktur? Sonra anladım ki gerçek fakihler nezdinde kalbi huşu, kendini namazda tam olarak vermek asıl meseledir. Onlar için bu gibi kalbi meseleler o kadar önemli imiş ki zikre bile gerek duymamışlar.

Onların bu ince anlayışını fıkıh kitaplarının içinde kuru kurallar gibi görünen fetvalar içinde insan bazen çok derin bir şekilde hisseder. Hani bazılar derler ya fakihler kuru insanlardır, hep kuralcı olduklarından kalpleri körelmiştir.

 Hep matematik gibi kuru formüllerle uğraşıyorlar gibi gelse de gerçek hiç de öyle değildir. Eğer gönül ehli olmayan kuru, soğuk bir fıkıhçı görürseniz bilin ki kabahat fıkhın değil adamın kendisinedir. Çünkü kurallara takılıp kalmış ve fıkhın incelik ve zarafetini yakalayamamış demektir.

Şimdi size fıkhın bu zarafetinden bir örnek vereyim. Ebu Hanife (r.a) namazı seferde kısaltma konusunda şöyle der: “eğer birisinin ikamet yeri başka bir yerde olup ta doğduğu yere akrabalarının yanına gelirse namazı kısaltabilir. Ama eğer anne ve babası veya birisi hayatta olursa, onların üzülmemeleri için namazını tam kılması şarttır”. Fetvadaki inceliği görüyorsunuz değil mi? Bu fetva ile bir taraftan ailenin İslam’daki önemli bağına vurgu yapmakta, diğer taraftan da onların: “çocuğum doğduğu yerde kendini yolcu zannediyor, dolayısıyla bizden ayrılıyor, gidiyor” deyip üzülmemelerini gözetmektedir. İşte bunun gibi insanın vicdanını, derin duygularını dokunan fetvalarla doludur fıkıh kitaplarımız.

Ailenin ehemmiyetinin boyutlarını fıkıh kitaplarında net olarak görebiliyoruz. İslam fıkhı yüz yıllar önce aile konusunda bu kadar ince düşünürken çok yakın zaman hala bile batıdaki aile tanımına bakarsanız içler acısıdır. 1950-199’a kadar Amerika’da aile tanımı şöyledir: “aile bir evde yaşayan erkek, kadın ve çocuklardan ibarettir” erkek kim, kadın kim çocuklar kim net olarak tarif edilmemiştir. 1999’dan sonra “bir evde yaşayan topluluk” şeklinde tanımlandı. İşte bu toplulukta iki erkek, üç bayan kısaca her kes olabilir.    

Demek ki onlar nezdinde huşu esastır. Mesela bir gün yaşlı bir adam Ebu Hanife’ye gelir ve şöyle der: “bir evim vardı, onu sattım, parayı bir yere koydum ve unuttum, ne yapmam lazım?” Ebu Hanife (r.a) der ki: bu konuda Ebu Hanife ne yapabilir ki? Adam: “sen bizim imamımız değil misin? Büyüğümüz değil misin?” Diye çıkışır. Ebu Hanife (r.a) der ki: o zaman git bu gece namaz kıl belki Allah (cc) namazdan sonra sana yeri hatırlatır”. Adam sabah namazında tebessüm ederek karşılaşır Ebu Hanife ile. Ne yaptın hatırladın mı? Diye sorar adama. Evet, der. Senin yanından ayrıldığımda gittin abdest aldım namaza durdum, tam Fatiha’yı okurken paranın yeri aklıma geldi ve namazı bırakıp yere doğru koştum. Ebu Hanife (r.a) der ki: “zaten tahmin etmiştim Şeytanın seni bu geceyi ibadetle geçirmeye mani olacağına. Senin bütün aklın fikrin parada imiş. Namazda sende huşu olsaydı parayı düşünmezdin” demiş adama.

Başka taraftan güvercinler haremde İbn. Ömer’i rükû veya secde halinde iken put heykeli veya duvar zannederek sırtına konuyorlardı. Huşu zirvede olunca kıpırdamaz bir hal alıyormuş İbn. Ömer (r.a) Bazı nöbetçi askerleri görmüşsünüz.

İnsan yaşlanınca unutkan olur. Bu mesele hem gerçek hayatta, hem ilmen sabittir. Kur’an’da da yaşlılıkta unutkanlık hakkında Allah (cc) Nehil süresinin 70’ci ayette şöyle buyurur: “Sizi yaratan Allah’tır sonra vefat ettirecektir. Kiminiz ömrünün en düşkün çağına kadar yaşatılır ki bildiğini bilemez hale gelsin. Allah bilir ve ölçü koyar.

Şimdi ilmi olarak tespit edilmiş ki huşu sahibi olan kimseler Zuheymer (Bunama, hafıza kaybı) hastalığına asla yakalanmazlar, ne kadar yaşlı olursa olsun. Allah (cc) korusun!  bu hastalık insanı yıkıyor. En yakın insanları bile hasta tanımaz hale geliyor. Tarih boyunca bu hastalığa yakalanan birçok meşhur zatlar olmuştur. Mesela 1981-1989 yılına kadar Amerika’nın Cumhur başkanlığını yapmış eski cumhur başkanı Ronald Regan bu hastalığa yakalananlardandır. Sadece hanımını tanıyormuş son zamanlarında. Ve ona şöyle sorarmış: hanım bu insanlar bana niye elleriyle selam veriyorlar? Sanki beni tanıyorlar!

Şimdi ilmi olarak sabit olmuş ki insan secdeye vardığında beyine kan toplanıyor, dolayısıyla en büyük nasibini beyin secde sırasında alıyor. Böylece unutkanlık asla yaşamıyor insan.

Program yapılan dua ile sona erdi.