“Ben bir görmezim, elinde baston!” Benim için geceyle gündüzün farkı yok sandınız, öyle mi? Nasıl olmaz geceyle gündüzün farkı dostlarım? Gündüzlerde hareket vardır, insanlar çalışır, gece ise ben kendimi dinlerim sessizliğin sesini, kabuğuna çekilen mahlukatla beraber. Benim için rüya yoktur sandınız, öyle mi? Nasıl olmaz rüya dostlarım, rüya nasıl olmaz? Rüyayı yalnız görüntüdür mü sandınız? Ellerimin dokundukları kulaklarımın işitişlerini umutları, korkuları rüyada yaşarım ben, tıpkı uyanıkken ki gibi. Gözle görmeden bahar nasıl yaşanır öyle mi? Nasıl yaşanmasın ki bahar dostlarım, çiçeklerin kokusu gözle mi görülür? Kuşların cıvıltısı gözle mi işitilir? Nisan yağmurunun zevkini gözle mi tadarsınız? Siz, gözlerinizle mi hissedersiniz ferahlığı? Rüzgâra binmiş sevgileri yürek hisseder dostlarım...

Bize sıkça sorulan bir soruyu ele almak istedim bu hafta. Önce soruyu bir görelim: Soru? Siz rüya görür müsünüz?

Soru: Siz rüyayı nasıl görürsünüz?

Bu soruların ışığında; aslında insanlar her şeyi görsellikte bulduklarını, gözle gördüklerini sanırlar. Gözleri kapansa onlar için dünyanın sonunun geleceğine inanırlar. 31 yıllık kadrolu körlüğüm süresince bu hususta toplumda karşılaştığım birkaç örneği paylaşmak istiyorum fazla vaktinizi almadan.

Çocuktum.

Köyde bir toplulukta otururken dedim ki: benim uykum geldi. Tam o sırada bir çift aralarında fısıldamaya başladılar.

Adam karısına dedi ki: Bu körler nasıl uyur ki?

Yazımın başında vurgulamak istediğim tamda buydu aslında. Uyku uyumayı bile görsel düşünüyor bazı insanlar. Bu konuda son ve daha vahim bir örnek daha paylaşmak istiyorum. Bizim bir Osman Kalaycı amcamız var aynı kaderi paylaştığımız. Onu bilenler bilir. Tekstil fabrikasında çalışmış, bütün engelleri azmiyle aşmış örnek bir şahsiyet. O anlatmıştı bir gün. Çocukmuş Osman amcam. Memleketi Ilgın’dan kilometrelerce uzağa, Gaziantep’e körler okuluna gidecek. Akrabalar toplanmış; küçük Osman’ı gurbete yolcu edecekler. Osman amcam gurbetin verdiği hüzünle demiş ki: Kafam ağrıyor! Ben biraz yatacağım! demiş.

Orada bulunan bir teyzemiz gayriihtiyari şöylece deyivermiş küçük Osman’a: a! Guzum! Senin gözün görmez? Kafanın ağrıdığını ne bilin sen? A yavrum! Demiş.

Bizim sadece gözümüz görmez. Bizimde canımız acır. Bizde ağlarız, bizde gıdıklanınca güleriz. Sizlerden hiçbir farkımız yoktur bizim. Gelelim; siz nasıl rüya görürsünüz sorusunun yanıtına: Yazıya başlarken zikrettiğim dörtlükte bu sorunun yanıtını vermiştim ama şimdi biraz daha açayım: Bizde rüya görürüz ama bizim rüyada da gözümüz görmez. Uyanıkken dokunduğumuz, işittiğimiz, hissettiğimiz bütün duyguları aynen rüyada da hissederiz. Dolayısı ile biz rüyada bile göremeyiz, sadece hissederiz. Mahza; biz doğuştan görme engelliler görmenin ne demek olduğunu hiç bilmeyiz. Hayatımız sesten ve dokunmaktan ibarettir bizim. Şöyle bir düşünün! Eğer bizim gözümüz rüyada görseydi de uyanıkken görmeyiverseydi; işte o zaman dünya bize zindan olurdu. Hülasa; Cenab-ı Hak bize her hâlükârda göz nimetinin tadını göstermemiş. Sonradan gözünü kaybedenler doğuştan görme engellilere nazaran daha çok zorlanırlar ve hayata tutunmada güçlükler yaşarlar. Bugüne kadar hiç gözüm görsün istemedim ama kadife kafalı oğlumun gülen gözlerini bir kerecik görmeyi çok istiyorum.

Yazımın sonunda siz okurlarıma da sormak istiyorum, sevdiklerime sorduğum ama cevabını alamadığım o soruyu: sevgili okurlarım! Bana kırmızıyı anlatır mısınız? Kırmızı ne demek?