Küçük bir dolap, eski bir karyola, üstüne basılmaktan deseni yer yer silinmiş bir halı, perdesiz tahta pencereler, haftalardır yıkanmadığı belli olan birkaç parça giysi ve karyolanın üstünde yatan cesede benzeyen biri… Madam Elizabeth’in dört katlı apartmanının çatı katında kalan ve haftalardır bir ruh gibi gezinen Michael, yaşadığı olayın üzerinden haftalar geçmesine rağmen bir türlü kendini toparlayamamıştı. Gözlerinin önünden o korkunç sahneyi silmenin bir yolu olmalıydı ama o, bu yolu bir türlü bulamıyordu. Elleriyle sarı kıvırcık saçlarını geriye doğru attı ve iki elini yastık gibi kafasının altına koyarak sırt üstü yattı. Gözlerinin önünde tek bir sahne, beyninin içinde dolaşan tek bir soru, kulaklarına gelen tek bir ses ve bütün benliğini kaplayan tek bir duygu vardı. Şimdi tek bir şey istiyordu: Geçmişe gitmek, içindeki sese kulak vermek ve aklından o an geçenleri gerçekleştirmemek.

Michael’ı böylesine derinden etkileyen olay birkaç hafta önce üniversitenin bitişindeki kafenin sağ tarafındaki “D.” sokağında gerçekleşmişti. Her zamanki gibi Madam Elizabeth’in hazırladığı kahvaltıyı yapmış sonra da yanına kitaplarını alarak üniversite yolunu tutmuştu. Bugünün diğer günlerden tek bir farkı vardı o da içindeki tarif edemediği histi. Öyle bir histi ki içini durduk yere huzursuzlukla kaplıyor, vücudunun her zerresine kadar bu huzursuzluğu yayıyor ve boğazında düğümleniyordu. Sanki içinde var olan bir şeyler, daha sonra vicdan azabı çekeceğini biliyor ve onu uyarmak istiyor gibiydi. Fakat Michael bu uyarıyı anlamamak için adeta direniyordu. Üniversiteye yaklaştıkça kalbinin ritmi sebepsiz yere değişmeye başladığında bile direniyordu. Sağ taraftaki sokağa son kalan sigarasını içmek için döndüğünde nefesinin daralmasına bile direniyordu. Ayaklarına takılan bağcıklarına aldırmıyor onlara bile direniyordu.

 Sonunda sağ taraftaki “D.” sokağına döndü. Michael sigarasını içerken kırmızı kısa elbiseli, ufak tefek fakat oldukça güzel bir kız birinden kaçar gibi sokağa saptı. Yalpalayarak yürümesinden sarhoş olduğu anlaşılıyordu. Hemen arkasından da orta boylu, güçlü yapılı bir adam sokağa girdi. Michael’ın biraz ilerisinde adam kızı yakaladığı ve okkalı bir tokat attı. Kız ne kadar direnmeye çalışsa da sarhoşluğu kuvvetini kesiyordu. Michael daha sigarası bitmeden attı ve koşarak kızın yanına gitti. Bu arada adam da belinden bir silah çıkartıyordu. Michael’ı görünce silahı ona doğrulttu ama Michael önce davranıp adamın elindeki silaha sarıldı. Aralarında başlayan arbede bir silah sesiyle son buldu. Michael ağır adımlarla geri çekildiğinde adamın göğsünden kanın gömleğine nasıl yayıldığını gördü. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Elinde silah, içinde büyük bir boşluk duygusu, yerde baygın yatan bir kız ve göğsündeki kan her saniye daha fazla gömleğine yayılan bir adam…

Gözlerini yeniden açtığında hala elinde duran silahla odasındaki karyolada yatıyordu. Arada geçen zaman içinde ne yaptığını, nasıl buraya geldiğini bilemez haldeydi. Bütün yolu bu silahla mı yürümüştü yoksa silahı saklamış mıydı? Silahın onun elinde olması kızı kurtardığının göstergesi miydi yoksa birini öldürdüğünün mü? Odasından çıkmadan ve ağzına bir lokma bir şey koymadan haftalardır bu sorulara yanıt arıyordu. Aklındaki en önemli soru ise elindeki silah bir zaferin mi yoksa büyük bir yenilginin mi işaretiydi?

Delirme derecesinde sayıklamalar, hayaller, rüyaların ve aradan geçen birkaç haftanın ardından elindeki silahı karyolanın üstüne koydu. Üstünü değiştirdi. Özenle hazırlandı. Sonra yeniden eline silahı alarak en yakın karakolun yolunu tutmaya karar verdi.

Evet, belki bir kızın hayatını kurtarmıştı ama bu işlediği cinayeti ört bas etmezdi. Toplum içinde ona hak verecek, ondan arka çıkacak birileri mutlaka olurdu. Ama haftalardır bu odada tecrübe ettiğine göre vicdanı ne ona hak veriyor ne de ondan arka çıkıyordu…