Başımı iki elimin arasına almış, gözlerimi kapatmış, masamda oturuyordum. “E” sesini vermiş, yorulmuştum. Öğrencilerimin de dikkatinin kaybolduğunu görünce: “Evet çocuklar, kuru boyalarınızı çıkarın hadi.” diyerek dağıttığım boyama fotokopilerini öğrencilerimden diledikleri gibi boyamalarını istemiştim. Bu esnada hem ben biraz dinlenecek, hem de öğrencilerim dinleneceklerdi. “E” sesi ile başlayan hangi örnekleri verebilirim diye düşünüyordum bir yandan da. Eski geldi aklıma, eskiye gitti aklım. Derin bir iç çektim özlemle. Özlediğim eski ben mi yoksa eskiler miydi, kestiremedim. İlkokul yıllarıma gittim aniden. Cıvıl cıvıl koşuşturduğum yıllara. “Sınıfımızda oturunca ayakları yere değmediği için rahat edemeyen, bu yüzden hep ayakta duran, hep ayakta yazdığını hatırladığım kısa boylu bir arkadaşım vardı. Zaten bizim ilkokul zamanlarımızda sıralar genelde yüksek hiç rahat olmayan gelişigüzel oturaklardı. Öğretmenimiz son derse gelmemişti bir keresinde, başka bir öğretmen girmişti dersimize. Kaşlarını çatarak, sinirli bakışlarını tüm sınıfın üzerinde yavaş yavaş gezdirdi sınıfa girer girmez. Arkadaşımı ayakta görünce: “Otursana oğlum.” diyerek yanına gitmiş, kucakladığı gibi sıraya oturtmuş: “Seni bir daha ayakta görürsem …” diye tehdit savurmuştu. Bu olay hepimizin yerlerimize daha bir korkuyla ve gerginlikle oturmamıza yetti. Sonra gür sesiyle bir cümle söyleyerek defterlerimize yazmamızı istedi: “Yerine oturmayanları hiç sevmem.” Bu cümle, bu haykırış sadece sınıfımızın duvarlarında değil içimizde defalarca yankılandı. Cümleyi yazıp bitirince titrek bakışlarla o arkadaşıma döndüm. Kollarını tamamen gergin şekilde ileriye hatta biraz yukarıya uzatmış, bir taraftan kaymasın diye defterini tutmaya çalışıyor; bir taraftan da kalemini ortasından tutarak defterine ulaştırıp yazmaya çalışıyordu. Herkes bitirince öğretmen kontrol etti. Arkadaşım da bitirmişti ama titrediğini görebiliyordum. Gözünde korku ve endişe vardı. Normalde başarılı ve sınıfça sevilen bir öğrenciydi. Öğretmen defterine bakıp: “Bu ne biçim yazı?” diye bağırınca ağlamaklı olan gözlerindeki yaşlara hakim olamadı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Tüm cesaretimi toplayarak: “Öğretmenim, Ahmet’in boyu kısa olduğu için hep ayakta yazıyor, siz onu oturtunca …” derken sözlerimi: “Tamam kes sesini!” diyerek ağzıma tıkadı. Sanıyorum hatasını anlamış, hatasının daha fazla yüzüne vurulmasını istemiyordu. Sadece bir ders saatinde tüm sınıfın nefretini kazanmıştı. Kimse çıt çıkaramıyordu ama içimizde fırtınalar kopuyordu. Öğretmen dışarıya çıktığında bile kimse konuşmuyor, herkes sırasında oturuyor ve ağzına kadar gelen sözleri, haykırışları sessizce yutkuna yutkuna içine akıtıyordu. Sınıflar böyle sessiz olmamalıydı. Sessiz çığlıktı bu düpedüz. Çığlık çığlığaydı aslında sınıfımız. Kimsenin duymadığı, anlayamadığı bir çığlık. Çok mutsuzduk. Acaba yarın da mı böyle olacaktı, diğer gün, sonraki. Aman Allah’ım düşünmek bile istemiyorduk. Her gün böyle bir işkenceyle nasıl geçerdi günler. Öğretmenimizin bir işinin çıktığını yarın sınıfımızda olacağını öğrenince derin bir “oh” çektik hepimiz. Ertesi gün öğretmenimiz gelince …” Neden sonra koluma birisinin dokunmasıyla irkildim. Bir öğrencimdi ve bana o tatlı masum sesiyle:

“Öğretmenim yarın daha olmadı mı?” diye sordu.

“Niye sordun oğlum” sorusuyla cevap verdim. Acaba dün bir şeye mi söz vermiştim. Dünü hatırlamaya çalıştım. Hafızamı yokladım. Hayır aklıma bir şey gelmedi. Öğrencim:

“Öğretmenim, anneme: “Anne babam askerden ne zaman gelecek” diye sormuştum o da “Yarın gelecek oğlum” demişti.”

 “Ne zaman sormuştun annene?”

“ Daha okul açılmamıştı öğretmenim. Kalem, defter alırken boya kalemi de almıştık. Ama ben içinde pembe olanı da, açık mavi olanı da istemiştim. “Baban askerden gelince alalım oğlum.” demişti. Öğretmenim, yarın daha gelmedi mi?”

Çok hüzünlenmiştim. Acaba şimdi nereden aklına gelmişti daha önce yaşadıkları. Beraberce sırasına gittik. Sıra arkadaşı boyama yapıyordu. Bitirmek üzereydi. Boyamadaki çocuğun kazağını ve çantasını rengarenk boyamakla meşguldü. Bir de onun resmine baktım. Bitirmişti. Kazağı mavi, çantayı kırmızı renge boyamıştı. Arkadaşlarından farklı renkte boya kalemi istemiş, vermemişlerdi. Boyamalarına bakıp gülmüşlerdi bir de. Bunu anlattı, sanki aslında boyalarım olsa daha güzel yapacağını ispatlamak için bir şans daha ister gibi. Yüzüme merakla baktığını hissettim. Mimiklerimden resmini beğenip beğenmediğimi anlayacaktı anlaşılan. Resmi elime aldım. Tatlı bir tebessümle ve ses tonuyla:

“Ne kadar güzel boyamışsın böyle, tebrik ederim seni.” dedim başını okşayarak. Gözleri arkadaşının resmine çevrildiğinde sanki onunkiyle kıyas yaparak, bana: “Öğretmenim pek inanmıyorum güzel olduğuna.” der gibiydi. Panoya doğru yürüdüm ve boş kısmına elimdeki resmi astım. “Şimdi oldu mu inandın mı?” der gibi yüzüne baktım. Sarıldı ve tebessüm etti. Ama aklım hala o sorudaydı. Yanlarından ayrılıp hemen öğrenci bilgilerine baktım. O yaşta çocuğu olan birisinin askerde olma ihtimali çok düşüktü. Maalesef babası ölmüştü. Annesi ile yaşadığı o diyalogu gözümün önüne getirmeye çalıştım. Annesine babasının ne zaman geleceğini sorduğunda o da ne çok üzülmüştü kim bilir. Ne yapacağını şaşırmış, verecek bir cevap bulamamış olmalıydı. O anı kurtarmak için “Yarın gelecek oğlum” çıkıvermişti ağzından belki de. Maalesef ona rengarenk kuru boya alacak bir babası yoktu. Yarınlar birbirini kovalamaya devam edecek ama o öğrencimin, özlemle, dört gözle beklediği yarın hiç gelmeyecekti. Kendime çok kızdım, kızılacak birçok sebep bularak. Öğrencimi tam olarak tanımadığıma, kullanacağımız okul eşyalarını herkese alıp dağıtmadığıma, farklının, farklıların farkında olamadığıma… En azından yarınlarda da mutlu olmalıydı. Bunun için üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmeliydik. Horlanmamalı, küçük düşürülmemeli, ayıplanmamalı, toplumda bir değer bulmalıydı kendine. Tüm sınıf, herkes için bu bilinçte olmalıydı. Öğretmenlik sadece “E” sesini vermek, anlatmak, kavratmak olmamalıydı. “Eee ee” diye oyalamak, uyutmak hiç olamazdı. Mutlu, huzurlu, birbirinin kusurlarını örten, birbirlerini tamamlayan, olmalıydı insanlar. “E” den önce “E” ile başlayan melekeler kazandırmalıydık, Eğitmeliydik her şeyden önce. Edepli insanlar, Erdemli bireyler, Eğitilmiş toplumlar inşa etmeliydik. Peş peşe gelecek yarınlarda mutlu bireyler, mutlu toplumlar yetiştirebilmek için kullanılabilecek güzel kazananımlar biriktirmek ümidiyle…

Fatih GÜLŞİN