Nefsini Bilen Rabbini Bilir... 
"Bil ki, bakır, altın olmadıkça bakırlığını bilmez. Gönül de manevi kıvama ulaşmadıkça hatalarını görmez, süfliliğini anlamaz. Ey gönül! Nefsin kibir ve gurur çukurundan kurtul da sen de bakır gibi iksire hizmet edip bir altın hâline gel! Gönülleri kuşatan sevgiliye hizmet et! "

"Bu sevgililer, gönül sahibi olanlardır. Gece ile gündüz birbirinden nasıl çekinir ve ayrılırsa, onlar da dünyadan öyle çekinir, öyle kaçıp dururlar."
Bütün bu anlatılanlar gösteriyor ki, "benlik" ve "iddianın girdiği yerde mevki ve rütbenin putperestliği başlar, orada asla rahmet tezahür etmez. Zira benlik ve iddia, ruhani hayatın kanseridir.

Benlik ve iddianın kaynağı ise, insanın, ilâhî kudret karşısında kibirlenmesidir. Yani büyük bir sahrada bir kum tanesi bile olmamasına rağmen bu mevkiini unutarak elindeki, Allah’ın ihsan ettiği birtakım emanet imkânlara aldanmak suretiyle kendisini büyük görmesi, kibirlenmesidir. Kibir ise, hiç şüphesiz insana, onu olduğundan daha güçlü, hünerli ve kabiliyetli gösterir. Oysa mahlûkatta ne kadar güç varsa, Cenâb-ı Hakk'ın ihsan ettiği güç değil midir? Bu hakikati idrak edemeyenlere çok yazık! Nitekim Firavun ve Nemrut’un ilâhlık iddiasına kadar varan kibirleri ve neticede ilâhî intikama duçar olmaları malumdur. 

Onun için Cenâb-ı Hak; Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem ve ashabına, bilhassa büyük zaferlerden sonra daima tevâzu ve teslimiyet telkin buyurmuş ve onların nefsânî bir böbürlenme içine girmelerine mâni olmuştur. İslâm'ın var oluş mücadelesi olan Bedir muzafferiyeti hakkında, müminlere, onların ihlâslarına göre önce bin, sonra üç bin, daha sonra beş bin melek gönderdiğini beyân buyurmuş ve:
"(Rasûlüm!) Attığın zaman sen atmadın, Allah attı! " ayetini inzal eylemiştir.
Bu yüce ve ilâhî terbiye neticesinde Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem ve sahâbe-i kirâmın hâli, bütün ümmete ebedî bir örnek teşkil etmektedir. Hazret-i Peygamber sallâllâhü aleyhi ve sellem, Mekke'yi fethinde, o gün aslında içine girdiği şehirden çok gönülleri fethetmişti. O mübarek beldeye girerken de zafer işaretleriyle değil, şükrân hisleri içinde ve devesi üzerinde secde hâlinde idi.

İşte bütün bu yüce hâller:
"Nefsini bilen Rabbini bilir! " düsturunu tâlim etmektedir.
Zira kendi hâl ve mevkiini bilen her kul, ona göre hayat sürer, yâni yaratıcısını ve onun yüce emirlerini idrâk ederek yaşar. Yoksa mesnevide geçen bir hikâyede anlatıldığı gibi farenin deve karşısında şımarması, onun kendi cüceliğinden habersiz oluşundandır. Nitekim kendini bilince devenin gücünü de idrâk etmiştir. Yine bir karınca da, eğer fil ile güreşmeye kalkarsa, bu da onun kendi acziyetinin farkında olmamasından dolayıdır. İşte insan da, eğer Rabbine kulluk etmiyor ve kibir, gurur bataklığında geziyorsa, o da kendisinden haberdar değildir, âdeta ilâhî azamet karşısında bir körebe oyununun içindedir, demektir. Onun için en mühim mesele, kendimizi tanımak ve böylece Rabbimizi tanımaktır.