Hepimizin hayatında önemli bir yer edinmiş kişiler vardır. Genellikle “annemiz, babamız, eşimiz, ustamız” diye başlayan bu listede öğretmenlerimiz de mutlaka yer alır. Eğitim camiası içinde akıllara ilk gelense daima ilkokul öğretmenleridir.

Bizim kuşak, 75-80 arasında doğanlar, kreş ve anaokulu gibi yerleri görmedi. En azından doğup büyüdüğüm Karaman’da umumi manzara böyleydi. Neredeyse hepimiz öğretmenle ilkokulda tanıştık. Üzerine yazılar yazılmış, çizgiler çekilmiş masalarla ilk kez o yıllarda buluştuk. Üçer kişi oturduğumuz sıraları yine ilk defa o zaman gördük. Öğretmen şefkatini, sevgisini, hoşgörüsünü de ilkin o günlerde tattık.

İlkokul yıllarım 1984-89 yılları arasına rastlar. Bugün ülkemizin ilk ve tek ilköğretim müzesi olarak hizmet veren Gazi’de geçirdiğim beş senede iki öğretmenimiz oldu. Birincisi Mustafa Öztürk adında sempatik, güler yüzlü biriydi. Dördüncü sınıfın ortasına kadar okuttu bizi. Ardından emekliye ayrıldı. Yorulduğu, artık dinlenmek istediği sınıftaki hâlinden belliydi. Bir rahatsızlığı var mıydı, bilmiyorum. Ne yalan söyleyeyim, aktif ve öğretmenine yakın bir öğrenci de değildim. Sessiz, biraz ürkek, biraz da çekingen bir ilk mektep talebesi olarak her şeye vâkıf olmam da mümkün değildi. O tarihlerde emekliye ayrılan bir memurun yahut işçinin bakkal dükkânı, kırtasiye gibi yerler açması çok yaygındı. Yanlış hatırlamıyorsam Mustafa Hoca’mız da aynısını yaptı. Böyle bir iş yeri açtı, bir süre sonra kapatıp memleketine döndüğünü duyduk.

O sene “on beş tatilimiz” giden öğretmenin üzüntüsüyle geçti. Bir taraftan da yola kiminle devam edeceğimizin merakıyla...  İşte Aysu Öğretmen’imizle (Kumbaracı Günay) dolu dolu yaşanan o bir buçuk yıl, böyle bir atmosferde başladı.

Hocamız sıra dışı bir eğitimciydi. Her derste, özellikle Türkçe, matematik, fen bilgisi gibi ana derslerde öğrencilerinin görerek, yaparak öğrenmesine çok önem verirdi. Hemen herkesin tahtaya çıkıp soru çözmesini, konu anlatmasını isterdi. Talebelerini dinlerdi. Onları konuşturmaktan, dersin bazı bölümlerini anlatmalarından memnun olurdu. Ders ve öğrencileri için sadece zamanını, enerjisini değil parasını da harcardı. Hem de büyük bir zevkle… Hiç unutmuyorum. İnsan vücudunu ve organları işlediğimiz bir gün sınıfa yeni kesilmiş bir dananın kalbini getirmişti. Kalbin yapısını ve nasıl çalıştığını göstermek istiyordu. Uzun uzun anlattı. Meraklı gözlerle, hayretler içerisinde dinledik. Ardından ne mi yaptı? Evden getirttiği tahtanın üzerinde kalbi güzelce doğradı. İçine biraz kuşbaşı et ilave etti. Masanın üstüne koyduğu küçük tüpte pişirip tüm sınıfa tantuni gibi yedirdi. Yanında ikram ettiği ayranla harika bir mönü ve anı olmuştu bizim için.

Öğretmenimiz, öğrencilerinin akademik başarısını yükseltmek isteyen biriydi. Her gün derslerde bir fazlasını yapmak isterdi. Okuldan sonra haftada birkaç gün takviye ders verirdi. Kendine has ödül ve teşvik yöntemleri uygulardı. Mesela soruyu doğru cevaplandıran öğrencilerin defterine yıldızlar koyardı. 10 yıldız, 100 yıldız, 1000 yıldız… Dolma kalemiyle defterlerimize çizdiği yıldızlar, her zaman hayatımızı aydınlatan kandiller oldu.

Derslerde elindeki kitaplarla yetinmezdi. Daima farklı kaynaklardan sorular çözdürürdü. İmkânı olmayan öğrencilerine yardımcı kaynaklar, testler, okuma kitapları alırdı. Parasız yatılı, bursluluk gibi sınavlara girecek bazı öğrencilerin sınav ücretlerini kendi cebinden öderdi.

Öğretmenimiz, çok yönlü bir eğitimciydi. Müzik, resim gibi güzel sanatlara ilgisi çoktu. Yeteneği de… Mandolin, flüt gibi bazı enstrümanları çok iyi kullanırdı. Kabiliyeti olan öğrencilere bu aletleri çalmayı öğretmek için emek verirdi. Sınıfta koro bile kurmuştu. Başarılı olduğu bir diğer sanat dalı resimdi. Çok iyi bir ressamdı. O yıllarda birkaç kez ebru çalışması bile yaptığımızı hatırlıyorum. Yaptığı resimler ve tablolar; rengârenk, ışıl ışıl dünyasının bir aynasıydı âdeta. Bugün ikamet ettiği İzmir’de sergiler açıyor, karma sergilere katılıyor. Edebiyattan, sanattan hiç kopmamış. Hatıra-biyografi türünde kaleme aldığı Albümdeki Mucize adlı kitapla da bu tutkusunu hem taçlandırmış hem ölümsüzleştirmiş.

İzmir’de doğan, hayatının belirli bir devresini büyük şehirlerde geçiren Aysu Öğretmen’imiz, meslek hayatına bugün belde olan Karaman’ın Akçaşehir köyünde başlamış. İlk görev yeri bir Anadolu kasabası. Ardından Karamanlı bir avukatla evlenmiş. Hiç çocuğu olmamış ama Mevla kendisine her daim kendisini hayırla yâd eden onlarca öğrenci vermiş… Dokunduğu, elinden tuttuğu, ufkunu açtığı, birini diğerinden ayırmadığı yüzlerce evlat…

Bugün 24 Kasım. Öğretmenler günü.

Muallim, öğretmen, hoca, âlim, akademisyen… Hangi kelimeyle anarsak analım, tarihin her devresinde ilme, talime, muallime ve âlime değer veren bir milletin torunlarıyız. İlk emri “Oku!” olan bir dinin, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” diyen bir medeniyetin mensubuyuz. Yine “Çiçekleri bana değil hocama takdim ediniz.” diyen şanlı bir tarihin varisleriyiz. Kadim medeniyetimizden aldığımız güçle yeni Aysu Öğretmenler yetiştirmeliyiz.

Başta öğretmenim Aysu Kumbaracı Günay hanımefendi olmak üzere tüm öğretmenlerimin ellerinden hürmetle öpüyor, ebediyete irtihal edenlere şükranlarımı sunuyorum.