Cihannüma Karaman Şubesi tarafından düzenlenen Pazar Sabah Namazı Buluşmaları devam ediyor. Bu haftaki sohbette Peygamberimizi Tasavvur konusu işlendi. Aktekke Camisinde eda edilen namaz sonrası Hatuniye Medresesine geçildi. Külahçılar Camii İmam-Hatibi Şükrü Özdemir’in Kur’an-ı Kerim tilaveti ardından program KMÜ İslami İlimler Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Nasseruddin Mazheri’nin sohbetiyle devam etti. Nasseruddin Mazhari Konuşmasında;

İSABETLİ TASAVVUR

Sabahınız pür nur ve pür bereket olsun saygıdeğer dinleyiciler! Bu bereketli sabah vaktinde Çanakkale’den bahsetmeden geçersek vefasızlık olur şehitlere. Bu gün Çanakkale’nin 103. Yıldönümünü idrak etmiş durumdayız. Varlığımız, emniyetli bir şekilde yaşayışımız o yüce ruhlu şehitlerimize borçludur. Ruhları şad, kabirleri pür nur olsun!

Bu günkü sohbetimizi Hz. Peygamber(s.a.v)’in şahsiyeti hakkındaki düşüncelerimize tahsis edeceğiz inşallah. İlk olarak şunu çok iyi bilmemiz lazım ki Hz. Peygamber(s.a.v) hakkında ayet ve sahih hadisler ışığında doğru, düzgün, bir zihniyete sahip olmazsak onun Risalet’inin anlamını Allah’ın murat ettiği biçimde kavrayamayız. Hidayet ve dalaletin kaynağı da budur aslında. Bunu iyi bir şekilde çözersek inancımız, din ve iman ile ilgili tasavvurumuz rayına girer, asla doğru yol ve çizgiden sapmayız.

Genel anlamda Hz. Peygamber (s.a) hakkında toplumun tasavvurunu inceleyecek olursak belli başlı üç tasavvur karşımıza çıkacaktır. İkisinde ifrat ve tefrit vardır, birisi ise isabetlidir. Şimdi iki yanlış tasavvur hakkında konuşacağız.

Birincisi: Çok yüceltici bir tasavvur. Başka ifade ile çok olağan üstü bir varlık olarak görme. Beşeri bütün özelliklerden arındırma. Bu tasavvur çok tehlikeli bir tasavvurdur. İslam’da insanı tanrılaştırma hevesi Hristiyan düşüncesinden bazı Müslümanların zihnine girmiştir. Her konu da ifrat ve tefrite karşı olan İslam her zaman itidale çağırmıştır. Müslümanları bu Hiristiyani düşünceden kurtarmak için defalarca bu hususa değinmiştir. Onun için Kur’an’da abd kelimesine sık sık şahid oluyoruz. Kur’an’dan sonra İslam kelime-i şehadete abd kelimesini onun için yerleştirmiştir.

Kur’an’ı kerim Hristiyanların bu tanrılaştırma ve olağan üstü sayma tasavvuruna karşı amansız bir mücadele vermiştir. Ayetlerde İsa (as)’ya karşı en büyük ve en çirkin iftira olduğunu dile getirmiştir. Hz. İsa’yı tanrı veya tanrının çocuğu olarak tanıtan sapık zihniyet Belki tarihin en sistematik ve en yaygın yalan olmuştur. Kur’an’da bu anlayışı kınayan en net ayet şudur: “Meryem oğlu Mesih, sadece bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler geldi geçti. Onun annesi de dosdoğru bir kadındır. (Nasıl ilâh olabilirler?) İkisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz. Sonra bak ki, nasıl da (haktan) çevriliyorlar.”

Olağanüstü şeyleri görmek ve istemek her zaman Müşriklerin istediği şeydi. Onlar durmadan harikulade şeyler isterlerdi. Zaten mucizeler onlar için sadır oldu Müslümanlar için

değil. Müslümanların öyle bir derdi yoktu. Hz. Peygamber (s.a) kendisinden sonra çok yüceltici bir eğilimin yaygınlaşmasından korkardı. Ondan dolayı her zaman sahabeye bu konuda tavsiyeler etmiştir. Buhari de şöyle rivayet edilir: “Hristiyanların İsa’yı yücelttikleri gibi beni yüceltmeyin, (hitap edecek olursanız) Allah’ın kulu ve resulü deyin”.

Aşırı sevgi insanı saptırır. Neye karşı olursa olsun aşırı sevgi insanı raydan çıkartır. Hatta vatan sevgisi, aile sevgisi, bayrak sevgisi, takım sevgisi, çocuk sevgisi gibi sevgiler de aşırıya kaçarsa insanı inhirafa doğru götürür. Mesela vatan veya toprak sevgisi ifrata kaçarsa insanı sınırlandırır. Muhammed İkbal’in dediği gibi: “bütün mülk Allah’a aittir, dolayısıyla biz de Allah’ın kulları olduğuna göre her yer bizimdir”. Başka bir yerde der ki: “sen güneşsin, güneş doğudan doğduğu için doğuya ait olmaz, bütün dünyayı aydınlatır. Sen eğer aklın ve ferasetin varsa asla taş ile uğraşmazsın. Sen ulvisin, süfli değil”.

Şeyh Nesimi’nin bu konu hakkında çok harikulade bir şiiri vardır. Bu şiir onun ne kadar engin bir düşünür olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam

Cevher-i lâmekân benim kevn ü mekâna sığmazam

Kevn ü mekândır âyetim zâta gider bidâyetim

Sen bu nişân ile beni bil ki nişâne sığmazam

Kimse gümân ü zann ile olmadı Hakkla bilirşen

Hakkı bilen bilir ki ben zann ü gümâna sığmazam

Hem sadefim hem inciyim haşr ü sırât

Bunca kumâş ü raht ile ben bu dükâna sığmazam

Arş ile ferş ü kâf ü nûn bende bulundu cümle çün

Kes sözünü uzatma kim şerh u beyâna sığmazam

Gerçi muhît-i a'zâmım adım âdem durur âdemim

Dâr ile kün fekân benim ben mu mekâna sığmazam

Cân ile hem cihân benim dehr ile hem zamân benim

Gör bu latifeyi ki ben dehr ü zamâna sığmazam

Encüm ile felek benim vahy ile melek benim

Çek dilini vü epsem ol ben bu lisâna sığmazam

Zerre benim güneş benim çâr ile penc ü şeş benim

Sûreti gör beyân ile şerhu beyâna sığmazam

Zât ileyim sıfât ile Kadr ileyim Berât ile

Gül-şekerim nebât ile piste-dehâna sığmazam

Şehd ile hem şeker hem şems benim kamer benim

Rûh-ı revân bağışlarım rûh-ı revâna sığmazam

Tîr benim kemân benim pîr benim civân benim

Devlet-i câvidan benim îne vü âna sığmazam

Yer ü gökü düzen benim geri dönüp bozan benim

Cümle yazı yazan benim ben bu dîvâna sığmazam

Nâra yanan şecer benim çarha çıkar hacer benim

Gör bu odun zebânesin ben bu zebâne sığmazam

Gerçi bugün Nesîmîyim Hâşîmîyim Kureyşîyim

Bundan uludur âyetim âyet ü şâna sığmazam

Biz Müslümanlar olarak değerleri yaşatmak için görevlendirilmişiz tüketmek için değil. Değerleri yaşamayıp ta tüketenler asla bu dinin sırrına vakıf olamazlar. Bakınız, münafıklar böyle idi, değerleri tüketiyorlardı sadece; böylece kurtulacaklarını zannediyorlardı. Münafıkların başı olan Abdullah b. Ubey b. Selul Müslümanlara ve Allah’ın Resulüne yapmadıklarını bırakmamış ama ölüm döşeğinde iken değerleri tüketip kurtulacağını zannetmiş. Ne talep etti bilir misiniz? Resülullah’ın hırkasını kefenlenmesi için istemiştir. Aynı zamanda cenaze namazının da Rasulullah tarafından kıldırılmasını istedi. Değerleri asla yaşamadı, sadece tüketti. Ama kurtulamadı. Allah (cc) da cevaben kur’an’da şöyle buyurdu: “Onlar için mağfiret dile veya onlar için mağfiret dileme. Eğer yetmiş kere mağfiret dilesen de Allah, onları asla mağfiret etmez. İşte bu, Allah’ı ve O’nun Resûl’ünü inkâr etmeleri sebebiyledir. Ve Allah, fasık kavmi hidayete erdirmez”.

Masum olmalarını da bazen yanlış anlayabiliyoruz. Onlar nefislerine öylesine hakim idiler ki asla kasten günah işlemeye yönelmezlerdi. Bütün insanı zaaflara sahip olmalarına rağmen Allah’ın inayetiyle kendilerini bütün kötülüklerden koruyabiliyorlardı.

İkinci tasavvur: Çok indirgemeci anlayış: Hz. Peygamber (sa) hakkında böyle indirgemeci bir tavır da asla tasvip edilmez bir tavırdır. Bu anlayışa sahip olanlar genelde düşünürler ki Hz. Peygamber (sa) Kur’an’ı bize ulaştırmak ile görevli idi. Onun dışında dinde ve şeriatta kendisinin asla bir fonksiyonu yoktu. Bunu ilk defa dile getiren “Kuraniyun” idi. Hindistan’da bu akım böyle bir iddiayı ortaya atıp sünnet ve hadisi adeta devre dışı bırakmak istediler. Hz. Peygamber (sa)’i haşa bir postacı güvercin gibi görüp İslam’ın ikinci temeli olan sünnet ve hadisi ortadan kaldırmak istediler. Ama onlara karşı gerçek ulemanın reaksiyonu çok şiddetli oldu. Bu eğilim dünyanın birçok yerinde görülmektedir. Aslında böyle bir görüş

Hz. Peygamber (sa)’e açık bir saygısızlıktır. Aynı zamanda Kur’an’da Hz. Peygamber (sa)’in fonksiyonunu, mesuliyetini beyan edilen birçok ayeti de görmezden gelmektir.

Allah (cc) dileseydi başka yollarla da mesajını insanlara ulaştırırdı. Niye bunu yapmadı? Çünkü insanlar kendi içlerinden gelen birisinin yaşatması gerekiyordu; sadece indirilmesi bir şey ifade etmezdi. Onu anlatacak ve yaşatacak birisi lazımdı. O da Hz. Peygamber (sa) idi. Hayatı boyunca Kur’an’ı canlı olarak yaşadı, anlattı ve öğretti. Bunların hepsini nasıl görmezden gelelim?

Üçüncü tasavvur: Orta yolu takip eden tasavvur: bu görüşü hakikat olarak nitelendirebiliriz. Bu gerçekçi bir görüş ve fikirdir. Mutavassıt bir görüştür, ifrat ve tefritten uzak. Kur’an ve sünnete uygun bir düşünüş tarzıdır. Peki, nasıldır bu görüş? Hz. Peygamber’i bir beşer olarak görmek ve bilmektir. Yani fizyolojik açısından bizim ile hiçbir farkı olmayan yönü var. Yer, içer, dolaşır, bütün maddi hacetlerini giderir. Ama hemen belirtelim ki bu beşer sıradan bir beşer değildir. Beşerin içinden süzülerek seçilmiş (Mustafa/Mucteba) ve bütün insanlığa numune-i imtisal olarak gönderilmiştir. Allah (cc) tarafından ona vahi gelir. Ruhi anlamda bizim gibi sıradan değildir. Onu bizden ayıran en temel özelliği ona vahin inmesidir. Bu konuda en açık ayet şudur: “De ki: “Ben sizin gibi sadece bir beşerim. Bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. O taktirde kim Rabbine mülâki olmayı (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı) dilerse, o zaman salih amel (nefs tezkiyesi) yapsın ve Rabbinin ibadetine başka birini (bir şeyi) ortak koşmasın.”

Arap şairin dediği gibi: “Muhammed beşerdir ama beşere benzemez, dağların arasında olan yakut tanesine benzer” .

Nübüvvet ve risaletin mahiyetini doğru olarak anlamak için Peygamberlerin peygamberlik ve beşer nitelikleri arasındaki ince dengeye ve onu korumaya dikkat etmek gerekir. Bu dengeyi koruyamayanlar ya Peygamber’i tanrılaştırarak sapmış, insanüstü görerek örnek, model almaktan uzaklaştırmış, ya de onu sadece vahyi nakleden postacı konumuna düşürerek rehber olmaktan çıkarmışlardır. Oysa Kur’an’a göre peygamberlerin örnek ve rehber olmaları için hem beşer olmaları hem vazifelerinin vahyi nakletmekten ibaret olmaması gerekmektedir.

Program yapılan dua ile sona erdi.