Bu gece vuslatı yaşar gibiyim!
Çöldeki mecnundan daha dertliyim!
Ben ne avareyim!

Nede deliyim!
Şafakta vuslat var yetişebilsem.
Bir coşku var içimde. Yüreğim kıpır kıpır.  Bu hafta sonu davet üzerine bir Ankara ziyaretim oldu.  Teravih kılmak için Ankara faruki dergahına gittim. Teravih namazının ardından Ankara’nın manevi erlerinden Muzaffer Yalçın hoca efendi beni temaşa eder etmez: hoş geldin Mustafa! Deyiverdi. Duygulandım. O an aklıma Erzurumlu hafız Osman Bedrettin efendi geldi. Hafız Osman bir rehber arayışındayken bir gün birisi: efendim! Hasankalenin bevelkasım köyüne buharadan bir hoca geldi! İsmi Ahmet Merami! Öyle bir sohbeti var ki! Hatta konuşmasa bile bakışları çok teğsirli! Bizde bir emanet var! Onu ehline vermeyi bekliyoruz buyuruyor. Hafız Osman Bedrettin efendi bu duydukları karşısında büyük bir heyecana kapılır ve hocayla tanışmak için derhal bevelkasımın yoluna düşer.  Köye vardığında Ahmet Merami hoca sohbet vermektedir. Bir köşeye oturur hafız Osman ve sohbeti dinlemeye başlar büyük bir edeple. Hoca birden sohbeti keser ve: merhaba hafız Osman Bedrettin! Merhaba! Hoş geldin! Deyiverir. İşte bende aynı Osman Bedrettin efendi gibi heyecanlandım! Kıvandım! Duygulandım. Büyük bir tevazu abidesi; muzaffer yalçın hoca efendi mübarek taltifleriyle beni adeta yüreğinin merkezine almıştı. Haydi bir ilahi söyle! Buyurunca bende başladım o heyecanla söylemeye. İlahi söylerken düşündüm ki; bir nefes aralığında desem ki: efendim! Benim 7 yaşında bir oğlum var! Hayalim onunla bir umre yapmak! Bana bir dua buyursanız da rabbim bir fırsat sunsa desem! Diye kalbimden geçirdim. Amma; ben ennihayetinde misafirdim ve bu düşüncemi seslendirmem edebe mugayir olabilirdi. İlahi bitti. Muzaffer efendim o baba sesiyle birden bire: Mustafa sen Umreye gittin mi? Demezmi. Allah adamlarının hallerine akıl sır ermez ya! Hocam sanki kalbimden geçeni okudu ve yaramı kanattı. Ben: efendim! Benim bir oğlum var! Onunla bir umreye gitmek istiyorum ama gücüm yok! Oralara gittiğinizde beni de yüreğinizde götürür müsünüz? Dedim. Muzaffer efendim: seni neden yüreğimde götüreyim ki! Seni ben yanımda götürürüm! Deyiverdi. O an bende söyleyecek söz kalmadı. Mübarek diliyle tam iki buçuk saatlik sohbet diliminde belirli fasılalarla tekrar tekrar: seni oğlunla umreye götüreceğim! Sende yolculara ilahiler söyleyeceksin! Diye buyurdu. Nasıl heyecanlanmayayım ben şimdi? O kadife kafasıyla oğlum beni Medine’ye götürecek ha! Muzaffer yalçın hocam hayal perdemi yırtmış ve badısabah güneşi gönlüme dokunmaya başlamıştı. Öyle ya; bir ihram bezi alsak benim kuzuma. Bürüsek beyazlara. Medine’de ensar çocuğu olsa benim oğlum. Kuş olsa ve cennet bahçesinde kanat açsa. Develeri görse ve bana sorsa: baba! Bu develer peygamberimizi mi taşımışlar? Hurma ağaçlarını görse ve sorsa: baba! Resulullahın gölgelendiği hurma ağacı bu mu yoksa? Bedir kumlarına ayaklarıyla basa. Uhutta hazreti Hamza’nın kucağına koşsa. Bir gün Medine’de enescik olsa benim oğlum! Bir günde zeyd olsa. O bal diliyle; belki de yalan yanlış: lebbeyk allahümme lebbeyk! Dese. Sarılsa Kabe’nin şefkatli kollarına tıpkı annesinin eteklerine sarıldığı gibi. Küçücük yüreğini Kabe ezanlarıyla yusa. Elimden tutup bana tavaflar saylar yaptırsa.  Hayalini kurduğum bütün güzellikleri bana yaşatsa oğlum. Kafasını sıfır numara kabak yapsam. Her haliyle bir hicazlı yapsam kuzumu.  Hep isterdim; rabbim bana bir evlat verse de Kabe’ye onunla gidebilsem diye. Yıllardır kimselere anlatamadığım duygularım var benim. Ben oranın çocuklarına heves ettim! Mescitte uçan kuşlarına heves ettim. Ezan okuyan müezzinlerine heves ettim. Yıl 2012, o yıllar bir ekmeği yarıya bölüp umreye gidilebilen yıllardı. Bizim hoca; kafilesine beni de dahil etmek istedi. Allah bilirya; 2500 liramı neydi yol parası. Ben bulup buşurup düştüm bizim hocanın peşine önünü sonunu düşünmeden. Konya Karapınar’dan bir aile vardı bizim grupta. Musap isimli birde çocukları vardı. Herkes o çocuğu severdi. Elden ele  kucaktan kucağa gezerdi o çocuk. Ha birde ben sevebilsem şu çocuğu diye hayıflanırdım ama görme engelliydim ve çocukla göz teması kuramadığım için çocuk benden korkabilirdi.  Kimseye bir şey de diyemiyordum. Bir gün otel yemekhanesindeyken bir kadın o çocuğu kucağına almış seviyordu. Elimi uzatıp hiç olmazsa kafasına bari bir dokunayım dedim amma; cık! Olmadı! Çekindim. İşte o gün bu gündür yavrumla Kabe’ye gitme düşleri kurarım.  Yine yıl 2012: Mescidi Haramda serin bir akşamdı. Yapayalnız Kur’an-ı Kerim okuyordum. Yanımda rabbimden başka kimsem yoktu. İlerleyen saatlerde okuduğum kurana ince bir ses eşlik etmeye başladı. Kadın mı çocuk mu anlayamadığım ince bir ses. Kuran okumaya ara verdim. Baktım 11,12 yaşlarında bir çocuk elinde bir bardakla yanıma yaklaştı. Uzattı bardağı ve arapça bir dille: şay; çay! Dedi. Sonra: har! Yani dikkat et sıcak dedi. İçtim getirdiği çayı. Kekik çayına benzer bir içecekti. Anladım ki okuduğum ayetlere saatlerce eşlik eden o çocuktu. Sonra ailesiyle de tanıştım. Mekkeli bir aile. Birde kundakta bebekleri vardı. Kucağıma verdiler o günahsızı! Bağrıma bastım! Bastım. Yıllar geçti ama o sahneyi o kurana eşlik eden, belki de beni saatlerce seyreden o çocuğu bir türlü unutamadım. Kimselere diyemediğim derdimi inşeallah mahşer günü resule diyeceğim. Çok çabaladım efendim! Hiç halime bile bakmadan. Üveys gibi sana gelmek için çok çabaladım. Üveys gibi olamadım elbet! Senin uhutta dişin şehit olduğunda ağzımdaki dişlerin tümünü sökemedim. Üveys gibi kendimi hasretin mahkumu edemedim. Bu öyle bir hasret ki: üveysel karaninin mahşerde de seni göremeyeceğine ve sonsuz bir hasret mahkumluğu içinde yanacağına dair bir rivayet var. Efendim: ben üveys gibi olamadım amma karınca misali sana ulaşmak için çok çabaladım. Ya rab! Bana ciğer paremle Medine’ye gitmeyi ve neticede cennetülbaki de kalmayı nasip eyle! Amin.