«Eşrâf» konusu mahallî (yerel) tarihçiliğin en çok sevdiği, en çok ilgi gösterdiği bir konu olmakla beraber, bizde hristiyan dünyasında olduğu gibi, «kilise defterleri»ne benzer mahallî doküman ve hâtıra niteliğinde mahallinde yazılmış hiçbir kaynak olmadığı için, bunlar hakkında yapılan, yayınlanan bazı çalışmalarda «rivâyet»ten öte gitmeyen, bilgi bile sayılmayan menkıbevî ve kulaktan dolma ifâdeler ile geçiştiriliyor.

Bu konunun araştırılabilmesi için aslında en iyi kaynak Osmanlı Arşivi'nde bulunan «Larende Şer‘iyye Sicilleri» ve yine aynı arşivde bulunan «Karaman Ahkâm Defterleri»'dir.

Larende şer‘iyye sicil defterleri yani kadı defterlerinin adedi 1535-1911 tarihleri arasını kapsayan 52 ve Karaman Ahkâm Defterleri de 1745-1895 yılları arasını kapsayan 39 defterdir.

Larende şer‘iyye sicilleri üzerine yapılmış «master» düzeyinde birkaç çalışma olup, bu defterler önce «Konya Koyunoğlu Kütüphanesi»'nde iken, Ankara'da Milli Kütüphane'ye intikâl etmiş ve orada o günki Türkiye idârî taksîmâtına göre tasnif edilerek «Karaman Şer‘iyye Sicilleri» denilmiş, araştırıcılar da bu yanlışlığı devam ettirerek, «Karaman Şer‘iyye Sicilleri» demiştir. Bunun doğrusu «Larende Şer‘iyye Sicilleri» olmalıdır. Benim görüp incelediğim bu tezlerin tamamında «mahalle», «köy», «cami», «mescid», «zaviye», «vakıf» gibi yer ve mekân isimlerinden, «şahıs» isimlerinin okunmasına kadar «fahiş» yanlışlar vardır.

Bunları tek tek göstermek bile ayrı bir tez konusu olur!

Bunun hâricinde rahmetli Durmuş Ali Gülcan, muhtelif kitaplarında ispatlanması zor rivâyetler nakl ediyor. Kendisi bir «eski-toprak» olduğu ve memuriyeti icabı çok gezdiği için, muhtemel ki, halk arasında duyduğu ve aslında neredeyse kökeni Türklerin Anadolu'ya girmesine kadar inen efsânelerden bahsediyor. Bunların bir kısmı doğru değil ise, de bir kısmına dair bir şey demek de mümkün değil; yani ispatlanabilir rivâyetler değil.

Mesela «Özdemir» ve «Boyalı» köylerinden bahsederken, Özdemir köyüne ad veren bir «Özdemir Bey» ve «Tartanlar»'ın Boyalı yüzünden kavgasından falan bahsediyor, bunlar doğru değildir. Tartan âilesinin tarihi 200 yıl öncesine gitmez, Özdemir ise en az 600 yüzyıllık bir köydür.

Kendisi «Karaman Mahalle ve Köyleri» isimli kitabında daha buna benzer pek çok sözler ediyor; bu arada onun rivâyet olarak bahsettiği bazı gerçek konular da var:

Karaman bölgesi «beylerinden» ve «ağalarından» övgü ile bahsediyor.

Galiba bu konuda bazı haklı tarafları var.

Halk arasında bu «eşrâf»lıktan zorbalığa ve efsâneye dönüşmek, Karaman'a mahsûs değildir.

Bu konular hakkında yakında yayınlanacak olan «Karaman Tarihi Araştırmaları» ve «Karaman Nüfus Defterleri» adlı çalışmalarımızda daha ayrıntılı bilgi verilecektir.

Öyle veya böyle mahallî tarihe dair bilgi alınabilecek yegâne kaynakların başında «şer‘iyye sicilleri» gelir. Şer‘iyye sicilleri zamanın mahkemelerine intikal eden sıradan davaların dışında «vakıf kayıtları» ve «vakfiyeler», merkezden gönderilen emirler, «tereke» ve «miras» davaları, «vergilerin tevzii», vakıflara «mütevelli» tayini gibi birçok mahallî unsuru taşımaları bakımından mühimdirler ve mahallî tarihe dair bilgi alınabilecek yegâne kaynaklardır.

«Karaman Ahkâm Defteri» ise mahallinde hall edilemeyip, Divan-ı Hümayun'a intikal eden davalar ve anlaşmazlıklar hakkında oradan verilen cevapları ihtivâ eder. Karaman Ahkâm Defterleri «Larende» demek olmayıp, «Karaman (Konya)» vilâyetinin tamamını kapsar.

Bu kadar girişten sonra gelelim Karaman «kelek kesenleri»'ne…

Türk, Türk-İslam ve dolayısı ile Osmanlı Devleti'nde toprak, soyut olarak hânedânın mülkü kabul edilmiştir. Bu toprakların bir kısmı gerek Selçuklular, gerek ise beylikler devrinden beri «vakıf» araziler olduğu gibi, bir kısım araziler de «kilise» malı olup, bunlara ayrıcalık tanınmış, sonradan «vakıf» olan araziler de bu hânedân mülkiyetinden muaftırlar. Arazinin büyük bir kesimi «timar», «zeamet» ve «has» arazilerdir.

«Timar», sipahilere tahsis edilen 20.000 akçaya kadar geliri olan, «zeamet» 20.000-100.000 akça geliri olup, taşradaki bir kısım üst düzey görevlilere tahsis edilen, has ise 100.000 ve üzeri geliri olan araziler olup, bunlar sancak beylerine, beylerbeylerine ve vezirlere maaş karşılığı tahsis edilirlerdi. Bir kısım araziler de doğrudan doğruya padişah ve hanedan mensûblarının haslarıdır.

Köylü yani çiftçi de bu arazileri eker-biçer, vergisini verir. Genellikle bir köylünün tasarruf ettiği arazi 1 çiftliktir; «çift» 1 çift öküz ile ekilip-biçilebilecek arazidir. Köylü bu arazinin somut olarak sahibi konumundadır, ancak bunu satamaz, satın alamaz, devr edemez, terk edemez; üç yıl boyunca ekip-bişmez ise tasarruf hakkı elinden alınır; tasarruf ettiği araziyi terk eden köylü 10 yıl içinde bulunursa, yerine iâde edilir, 10 yıl sonra bulunursa kaydı bulunduğu yerin sipahisi üzerine yapılır; ancak bu tasarruf ettiği arazinin tasarruf hakkını miras yoluyla evlâdına bırakabilirdi.

Eski zamanlarda toprağın nadasa bırakıldığı da düşünülürse, bir âilenin tasarruf edebileceği yani ekip-biçeceği arazinin mikdârı bellidir. Bir âile eğer varsa o âiledeki erkek sayısına göre biraz daha fazla araziye tasarruf edebilir. Zaten evlenip, yeni bir «hâne» sâhibi olanlar aynı zamanda «1 çift hânesi» konumana geçmekteydi. Zaman içinde devletin sisteminin çökmesi, timar sisteminin bozulması ile herkes tasarruf ettiği araziyi sahiblenmişlerdir. Ancak yukarıda bahsettiğimiz «timar» ve «zeamet» hattâ «has»ların tasarrufu görevin süresi ile sınırlı idi.

Dolayısı ile ticâret dışında Osmanlı Devlet düzeninde herhangi bir ferd veya âilenin zenginleşmesi mümkün değil iken, XVI. Yüzyıl itibâriyle birden bire Osmanlı Devleti genelinde ve dolayısı ile «Larende (Karaman)» ve çevresinde zenginleşen ve bu zenginliğini mütegallibeliğe eviren zümreler türedi.

Araştırmaların gösterdiğine göre, 1600'lü yıllar Anadolu (ve Rumili) için «toprak ağalığı»nın hortladığı, 1700'lü yıllar da bu toprak ağalarının «ayanlık»a evrildiği dönem olduğunu gösteriyor.

Önceki yazımızda bu «eşrâf» denilen zümrenin nasıl geliştiğini anlatmıştık.

Eşrâf denilen zümre aynı zamanda genellikle şehir ve kasabalarda yaşayan, esnâflık ve ticâret yapanlar ile bir kısmı da nakibü'l-eşrâf, müderris, eski kadı ve nâib, emekli askerlerden oluşmaktaydı. İşte bunlar aynı zamanda az veyâ çok, çiftçi ve köylüye göre para sahibi olduklarından, mültezimliğe ve muhassıllığa soyunarak, yani bugünki mânâda «ÖZELLİŞTİRME» işine girerek, aynı zamanda sipahisiz kalan «timar arazileri»ni ele geçirerek, büyük servetler elde etmişler, özellikle 1700'li yıllarda neredeyse taşrada devlet otoritesini tanımaz hâle gelmişler ve devlet de bunları resmen tanımak mecbûriyetinde kalmıştır.

Bu eşrâf denilen zümrenin özellikleri: bunların neredeyse tamamı «el-hac» ve «es-seyyid» ünvânı taşırlar, bunlar için vakıf kurmak, mekteb, medrese açmak halk içinde ve devlet karşısında «MEŞRUİYET» ve «SAYGINLIK» kazanma vâsıtalarıdır.

ÇAVUŞZÂDELER

Larende ve civârındaki tarihi mühim figürlerin başında «Çavuşzâdeler» gelmektedir.

Bunlara isim veren «çavuş»'un kim olduğu tam olarak tesbit edilememekle beraber, önceki yazımızda izah ettiğimiz gibi bunların ortaya çıkışı «EŞRÂF»lıktandır ve bu eşrâfın devlet düzeninin bozulması ile parasız ve işsiz kalan sipahi, levend, yeniçeri gibi askerleri başlarına toplamasından mütevellittir.

«Eşrâf»lıktan «âyân»lık ve devletin resmî yazışmalarında da görüldüğü üzere «mütegallibe»liğe yani «zorbalık»a evrilenlerin birçoğu aynı zamanda XV. ve XVI. yuzyıllardanberi mevcut olan ayan ve eşraf sınıfı spsyal ve iktisadı bozukluklrın tesiriyle nufuzlarını iyice arttırmışlardı. Bu sınıfı teşkil edenler kapıkulları, yeniceri serdarları, sipahi, kethudayerleri, multezimler, mukata'a eminleri, azledilmiş veya veya tekaud olmuş beylerbeyleri, sancakbeyleri, kadılar, muderrisler, müftüler vb. ile bunların cocuklarından ibarettiler. Paşaların evlatları, babalarının sağladıkları imkânlar sâyesinde şehirlere yerleşmekte, muteferrikalık yahut cavuşluk gibi gorevler almaktaydılar.

Bunlar özellikle «öşür», «avârız» ve «aded-i ağnam» ile muhtelif mukataa gibi doğrudan devlete âit olan vergi gelirlerini «iltizam» ederek, yani özelleştirerek, devlete peşin olarak ödüyorlardı. Ancak devletin bu kalemlerden umduğu gelir (meselâ) 100 akça ise bunlar bunu daha az olarak ödeyip, çoğu zaman kat-be-kat olarak tahsil ediyorlardı. Bunların bu «mâli» baskılarına dâir muhtelif şikâyetler İstanbul'a kadar ulaşsa da, ahâli adına yapıldığı söylenilen şikâyetler aslında yine kendilerine rakîb olan diğer eşrâfın şikâyetleridir. Bu kişiler yılda «1» kere toplamaları gerek vergileri çoğu zaman 2, 3, ve hattâ 10 defa tahsil etmekteydiler.

Çavuşzâdeler'e dair ilk bilgiler 1700'lı yılların başına âit olup, geriye dönük olarak bunlara dair yaptığım araştırmalarda, bunlara isim veren «çavuş»'un kim olduğunu tesbit etmek mümkün olmadı.

Bunlar zamanında Kıravga merkezli Sinanlı kazası ayanları olarak ortaya çıkan «Sunullahzâdeler» olup, bazı araştırıcılar «çavuşzadeler» ile «sunullahzadeler»in evlilik yolu ile akraba olduklarından bahsediyorsa da, bir vesikada görmüştüm, Çavuşzadeler'in aslen «İçilli» olduklarını yazıyordu. Bunların «es-seyyid» ünvanı taşımaları bana inandırıcı gelmiyor. Zaten o devrin bütün eşrâfı neredeyse «es-seyyid» ünvanı taşıyordu.

Çavuşzâdeler kendilerini «Ali el-Semerkandi» ve «peygamber» neslinden olduklarını iddia ediyorladı. Hatta bunlardan birisi Larende'de kendi adlarına «cami», «medrese» ve «kütübhane» dahi tesis etmişti. Hatta kendilerinin «Ali el-Semerkandi» neslinden olduklarını iddia ile tekkenin müştemilâtını dahi kendi zaviyelerine taşımışlardı.

Bu âileyi temsil eden şahısların tamamı ya katl edilmişler veyâ bizzat devlet tarafından idam edilmişlerdir. En son bunları temsil eden «el-hac» «es-seyyid» Zeynelabidin Ağa'nın katlinden sonra bu ailenin malvarlığı, alacak, verecek davaları yıllarca devam etmiştir.

1830 nüfus defterlerine göre Dahhak mahallesinde Çavuşzâde Bekir oğlu Mustafa, Abbas mahallesinden Çavuşzâde Ramazan oğlu Ârif, Çavuşzâde Ahmed oğlu Abdurrahman da bu âiledendirler.

Not: gelecek yazımızda «Hadimîzâdeler» ve «Tarzanzâdeleri» ele alacağız.