HADİMÎZÂDELER & TARTANZÂDELER

Hadimî âilesine isim veren kişi «Ebu Said Muhammed» adlı birisi olup, bunun babası da «Kara Hacı Mustafa Efendi»'dir. Buna «Ebu Said» denilmesinin sebebi, büyük oğlu olduğu anlaşılan «Muhammed Said»'e istinâdendir. Âile aslen Aladağ köylerinden «Karacasadık» köyünde yaşarken, âilenin kendi rivâyetlerine göre 1692 yılında Hadim'e taşınmış ve o zaman adı Pirlevganda olan Hadim müftüsünün kızı «Hediye» ile adı geçen Kara Hacı evlenmiştir. Ebu Said Muhammed'in ise 1701'de doğduğu, babasının da 1735'te vefât ettiği yine âlesi tarafından rivâyet olunmaktadır. Kara Hacı'ya «Fahru'r-Rum» dahi denilmekte idi.

Kara Hacı'nın daha Karacasadık'ta iken medresesi olduğu, âilenin Pirlevgandalıların ısrarı üzerine buraya taşındığı, burada medreselerini büyüttükleri, Ebu Said'in daha sonra Konya Karatay medresesinde ve müteakiben İstanbul'a gidip, burada eğitimini tamamlayıp, Hadim'e döndü ise de, rivâyet edildiğine göre burada açık havada verdiği dersler dolayısı ile bir ânda Anadolu'da ünü yayıldı. Ayasofya camiinde dahi zamanın Dârü's-Saade Ağası Beşir Ağa tavassutuyla, bir rivâyette Sultan III. Ahmed (1703-1730), diğer bir rivâyette I. Mahmud (1730-1754) huzûrunda dersler verdiği, muhtelif konulara dair 100 kadar kitap yazdığı naklediliyorsa da, bunların büyük bir kısmı talebeleri tarafından derslerinde tutulan birer sahifelik notlar olup, esas üzerinde durulan 13 eseri vardır.

Yazdığı kitaplar arasında «dinî» mahiyette eserler olduğu gibi, bütün eski adamlar gibi «fennî» ilimlere dair de kitaplar yazmıştı. Şiir olduğu söylenilen bazı özlü sözleri dahi nakledilmektedir.

Ebu Said'in hayatı muhtemelen öğrencileri ve soyundan gelenler tarafından menkıbevî bir hâle getirilmiştir.

Bu âilenin aslen «Buharalı», başka bir rivâyete göre de «Belhli» olduğu, bir rivâyete göre «1071», diğer bir diğer rivâyete göre de «1400»'lü yıllarden sonra «Anadolu»'ya ve bizzat «Pirlevganda»'ya geldiği söyleniyor.

Burada «1071» ve «1400» tarihleri ile «Buhara» ve «Belh» lafları mühimdir; esrâr burada.

Bugün itibâriyle Anadolu'da yaşayan herkes ile beraber eğer «Ermeni», «Rum», «Keldani», «Süryani» ve «Kürt» değilse; «Toroslar»'da ve dahi «Makedonya» dağlarında yaşayan bütün Yörükler zaten Buhara'dan, Belh'ten yani Horasan'dan gelmişlerdir.

*

HORASAN

Bugün itibariyle Anadolu'da yaşayan herkes, «Horasan»lıdır.

Karamanlılar da, Selçuklular da, Osmanlı devleti kuran Ertuğrul ve Osman da, Memluk devleti kurucuları da, Azerbaycanlılar da, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Safeviler de «Horasan»'dan gelmeyip de, «Pensilvanya!», «Transilva», «Saksonya» veya «Grönland»'dan gelecek hali yok. Zaten herkes oradan gelmiştir.

«Horasan» denilen yer, günümüz coğrafyasına göre, Van'dan ötesidir, bu coğrafyanın içinde İran da vardır, Afganistan, Tacikistan, Türkmenistan, Kırgızistan da vardır; Yani Horasan Çin denizine kadar olan coğrafyadır.

Horasan tabirini özellikle Anadolu'da bilhassa «ortodoks», «heterodoks» ve «milliyetçi» olarak sınıflandırılabilecek okumuş-yazmış kesimi «kutsal» bir coğrafya olarak kabul ederler.

Horasan Anadolu edebiyatına göre anahatları ile içinde İran'ın, Azerbaycan'ın dahi olduğu İran ve ötesidir. Esas tarihî Horasan ise eski İran'ın kuzeydoğusu olup, bunun içinde bugün Türkmenistan'a ait olan «Merv», «Serahs»; Afganistan'a ait olan «Belh» ve «Herat» ile bugünki İran'ın Mazenderan, İsferayin, Buncurd, Bircend, Tayyibat, Türbet-i Cam, Türbet-i Haydarî, Darr-ı Gaz, Sebzevar, Şirvan, Tabes, Firdevs, Kabnat, Kuçan, Kaşmir gibi vilâyetleri olup, merkezî de meşhûr «Meşhed»'dir.

Ancak Anadolu edebiyâtında Horasan, İran ve Çin denizine kadar olan coğrafyadır.

Dolayısı ile «alevi-bektaşi» babaları da, falan filan tarikatın «dervişleri», «dedeleri» de Horasanlıdır. Buharalı, Belhli yani Horasanlı olmak ayrı bir özellik değildir.

Hacı Bektaş-ı Veli hoca da, Babaîlerin lideri Baba İlyas-ı Horasanî de, Baba İshak da, Mevlana Celalüddin Bey de, Şeyh Cüneyd de, Şeyh Haydar da, Şah İsmail de Horasınlı idi.

Horasan coğrafyasının kutsallaştırılmasının sebebi, Anadolu'da yaygın pek çok tarikat kurucusunun o coğrafyadan çıkmış olmasıdır. Bahaüddin Nakşibendi (Buharalı), Mevlana Celaleddin (Belhli), Ahmed Yesevi (Yesi), Ömer el-Halvetî (ö. 1397, Lahicanlı) vs.

Hadimîzâdeler'e dair gerek âilesi ve gerek ise bir kısım akademisyenler tarafından bazı tezler, kitap çalışmaları ve makaleler yazılmıştır. Bunların büyük kısmı özellikle âileye isim veren Ebu Said Muhammed ve onun dinî eserleri ile ilgilidir.

Yazılanlara bakarsak, bu âile «Belh» veya «Buhara»'da iken, oranın büyük âilelerinden imiş ve orada da büyük medreselerde hocalık yaparlar imiş. Ancak yine yazılanlara bakarsak, bu âile 1071'de Hadim'e geldiğine göre 1071'den önce «Belh» veya «Buhara»'da yani Horasan'da hangi medresede, ne gibi bir ilmî faaliyet ile uğraştığı, 1071'den 1701'e kadar yani 700 sene ne yaptığına dair tek bir satır yok.

Ebu Said ve Buhara meselesinin abartılmasının sebebi galiba bu zatın «nakşibendî» olması ve nakşibendîliğin kurucusu olan Bahaüddin Nakşibendî'nin Buharalı olmasından kaynaklanıyor.

*

RÜYA VE «ES-SEYYİD» MESELESİ

Ebu Said'in babası Kara Hacı, Hadim'e gelince orada «Hadim» müftüsünün kızı Hediye ile evleniyor.

Hediye Hanım, Ebu Said'e hamile iken bir gün bir rüya görüyor:

«Hediye, hamile iken rüyasında, göbeğinden bir ağacın çıkarak kısa sürede büyüyüp meyve verdiğini ve bu meyveleri halkın sevinçle topladığını görmüş ve rüyasını kocasına anlatmıştır. Yüksek dereceli bir müderris ve aynı zamanda Şeyh olan Kara Hacı Mustafa Efendi, rüyayı hayırlı bir evlatları olacağı şeklinde yorumlamış ve rüyada gösterilen mekânı aramak maksadı ile eşini de yanına alıp çevreyi keşfe çıkmıştır. Keşif gezileri esnasında Hâdim’e geldiklerinde Hediye Hanım heyecanlanarak rüyada gördüğü yerin Hâdim olduğunu söyleyince, aile Karacasâdık'tan Hâdim’e taşınmıştır.»

Diğer bir rüyaya göre Ebu Said bir gün bir rüya görür:

«Babamın ziyaretine vardım. Usûl üzere gidiyorken, babamın ruhaniyeti hâsıl oldu. Aramızda konuşma vuku buldu. Babam, ‘Senin isteğin, benim kabrime gelmekle hâsıl olmaz. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e git!’ dediler. Oraya gittim.

Resulullah’ın kabr-i şerîfi göründü. İzin istedim, içeri girdim. Evvela Sıddîk-i A‘zam’la, Ömer-i Faruk Hazretleri’ne vardım. Cenâb-ı Hakk’ın beni affı ve Peygamberimiz’in şefaati için onlardan ricada bulundum. Üçümüz beraberce merkad-i şerîfine gittik. ‘Ya Resulallah! Şu getirdiğimiz zât; senin evladındır, şeriatının hadimidir. Mağfiret için, Cenâb’ı Hak’tan şefaatte bulunmanızı istirhama geldik.’ dedikleri zaman; Allah’a iltica ile ‘Ya Rabbi! Bu benim evladımdır ve bihakkın evlatlığa riayet eden evlatlarımdan şeriatımızı neşirde benim sünnetimi muhafaza ile, şeriatımızı yaymakla ve güzel ahlakla mevsuktur. Kullarının ihtiyacını karşılar.’ (Müfti vazifesi görür. Ahkâm’ı şer‘iyyeyi ilan etmek, ümmetimin ahlakını itmam ve bâtınlarını ıslah ve şeriatınızı intişarla muvazzaftır.) deyince; o anda hitâb-ı izzetle yetişerek taraf-ı ilâhîden ‘Gafertü evlâdeke, ahbâbeke ve etkıyâeke ve ümmeteke!’ diye sesler geldi ve ‘Kulluğun nisbetinde mağfiret olundun.’ dediler…»

Malum olduğu üzere Osmanlı beyliğinin kurucusu Osman Gazi de böyle bir rüya görmüştü, Abdülkadir-i Geylani'den, Ahmed Yesevi'ye, Oğuz Kağan'dan, Temuçin (Cengiz Kağan)'e, Said-i Kürdî'ye, İran kisralarından, Çin kafurlarına kadar hep bu rüyaları görmüş veya sonradan gelenler onlara bu rüyayı gördürmüşlerdir.

Bunlar eski şarkın klâsik «hânedân kurma» rüyaları olup, bunların tamamı sonradan uydurulmuş, kalıplaşmış hikâyeler olup, bunun pek çoğu özellikle tarikat müridleri ve mürşid halifeleri tarafından kendilerine meşruiyet kazandırmak için kullanılmıştır.

Ebu Said'in yazdığı rivâyet edilen eserler bizim konumuz dışıdır.

Kendisinin 5 kadın ile evlilik yaptığı, bunlardan birinden evlâdı olmadığı anlatılsa da, evlâdına dair verilen şecere karışıklıklar içermektedir.

Öyle veyâ böyle kendisinden sonra gelen çocuklarının, kendisinden sonra, Hadim müftülüğünü ele geçirdiği, Ebu Said âilesinin Hadim'de büyük bir hegemonya kurduğu, bunun âilesinden gelenlerin «mültezimlik», «muhassıllık», «ihtisab nazırlığı» gibi akçalı işlere girişip, Alaiyye (Alanya) mutasarrıfları ile «akçalı işler» için mücâdele yaptığı anlaşılıyor.

*

KARAMAN VE HADİMİZADELER

Ebu Said'in babası Kara Hacı 1735'te, kendisi 1762'de vefât etmiştir.

Hadimî âilesinden «Mustafa Özkul» adlı birisinin naklettiğine göre Hadimîzâdelerin şeceresi:

«Bedreddin Efendi (?)→Hüsameddin Efendi (?)→Hüseyin Efendi (?)→Abdurrahman Efendi (?)→Osman Efendi (?)→Kara Hacı Mustafa Efendi (ö. 1147/1735)→Ebû Saîd Muhammed Hâdimî (ö. 1176/1762)→Hacı Numan Efendi (ö. 1235/1821)→Münzevi Saîd Efendi (ö. 1213/1798)→Büyük Mehmet Efendi (ö. 1147/1735)→Fatma Hanım (?)→Mustafa Özkul.» olup, Ebu Said'in bizzat kendi vasiyetnâmesinde oğulları olarak «Abdullah» ve «Muhammed Emin»'den bahsetmiştir.

Karaman'ın yerel tarihçilerinden Talat Duru, Hadimizâdelerin Karaman'a gelmesinden ve Canasun'da çiftlik kurmasından evsanevi bir şekilde bahsetse de, mesele öyle değil;

1700'lü yılların ve bu yüzyılın son zamanlarının Anadolu'da, yerel «ağaların» yerel imkânları ele geçirmesinden ve bir derebeylik kurmasından bahsetmiştim.

Hadimizâdelerden «es-Seyyid!» Mustafa isimli birisi, bir gün, Hadim'de «babası Hadim müftisi efendinin Hadim'de inşâ ettiği câmi-i şerîfin cemî‘ hademesi mevcûd olup, fakat devir-hânlık vazifesi ta‘yîn ve tahsîs olunmamış olduğundan, oğulları Mehmed Said ve Abdullah Hasib dâ‘îlerine Karaman ihtisâbından yevmiye on beşer akça devir-hânlık vazîfeleri buyurularak (…)» maaş tahsisini ricâ etmekteydi (1224/1805). Anadolu'daki bu hanedan kavgalarında fırsatı ele geçirip, oğulları «es-seyyid!» Mehmed Said ve «es-Seyyid!» Abdullah Hasib ile birlikte bir şekilde «Karaman İhtisab Nezareti»'ni ele geçirirler. Esâs Hadimî olan Ebu Said Muhammed'in Mustafa adlı bir oğlu olmadığına göre, bu kişi «pederim Hamid müftisi» derken herhâlde Ebu Said'in oğullarından birini kast ediyor olmalıdır.

es-Seyyid Mustafa'nın Hadimîzâdelerden olduğu kesin ise de, yukarıda kendi âilesi tarafından nakledilen şecerede yer alan kişilerden hangisinin oğlu veyâ torunu olduğu belli olmayıp, neden ise Hadimîzâdelere dair yapılan hiçbir araştırmada ne Mustafa ne de oğlu Abdullah Hasib üzerinde hiç durulmamıştır.

İhtisab işleri özellikle 1700-1800'lü yıllarda bir bölgede bütün vergi işlerini idare etmek, esnafı ve vergi verebilecek herkesi kontrol etmek, gerektiğinde zor kullanmak, sürgün etmektir.

es-Seyyid Mustafa Hadimî'nin oğlu «es-Seyyid!» Abdullah Hasib nasıl oldu ise oldu Karaman müftisi oldu.

Abdullah Hasib 1246 (1830) tarihli kayda göre «Hadimizâde Seyyid Abdullah Hasib veled-i Hacı Mustafa» olarak 31 yaşında olduğu hâlde «Larende Müftisi» olarak gösteriliyor. İlgili kayda göre 2 oğlu olup, 7 yaşındaki Hüseyin, 2 yaşındaki Seyyid Mehmed; diğer bir kayıtta kendisinin 45 yaşında olduğu, oğlu olarak gösterilen Hüseyin'in 19 yaşında ve adının da «Hüseyin Nesib» olduğu, diğer oğlu Mehmed'in de 10 yaşında olduğu ve tam adının «Mehmed Muhtar» olduğu anlaşılıyor. 1261 (1845) tarihli kayda göre Abdullah Hasib 48 yaşında ve yine müfti olup, oğlu Hüseyin [Nesib] ise 32 yaşında olup, o tarih itibâriyle Larende Kaza Müdürü'dür. Diğer oğlu Mehmed [Muhtar] 22 yaşındadır. Dolayısı ile bu son kaydı esas alırsak, Abdullah Hasib'in 1797 doğumlu olduğu hâlde 30 yaşında Larende müftisi olduğunu kabul edebiliriz.

Yusuf Yıldırım tarafından yayınlanan Karaman'daki Hadimizâdelerin mezar taşlarına göre Abdullah Hasib 1878 yılında 80 yaşında ölmüştür. Aynı mezar taşlarına göre oğullarından Larende Kaza Müdirliği de yapmış olan Hüseyin Nesib'in daha sonra Yozgat Mutasarrıflığı da yaptığı anlaşılıyor. Ancak mutasarrıflık Yusuf'un dediği gibi valilik değildir. Mutasarrıflığın zamanımız idarî teşkilâtında bir karşılığı olmadığı için, zamanımıza göre söylersek ilçe kaymakamlığı ile il valiliği arası bir kavramdır. Her ne ise, Hüseyin Nesib 1293 (1876)'de Yozgat Mutasarrıfı idi. 1898'de ölmüştür.

Aynı mezar taşlarına göre Abdullah'ın diğer oğlu Mehmed Muhtar'dan «Dârü'l-Hilâfeti'l-Aliyye Müderrisi» olduğu yazılı olup, aşağıda temas edeceğimiz gibi, bir zamanlar «Konya Meclis Azası» olup, Yusuf Yıldırım'ın temes ettiği gibi, Abdullah Hasib'in torunu veyâ amca çocuğu olmayıp, bizzat oğludur. Mezar taşı kitabesine göre 1863'te vefât ettiği görülüyor.

Ancak bu mezartaşı kitabesinde geçen «Dârü'l-Hilâfeti'l-Aliyye» lafı dikkat çekicidir; Dârü'l-Hilâfeti'l-Âliyye tabiri II. Meşrutiyet sonrası ve bilhassa 1914'te «Islah-ı Medaris Nizâmnâmnesi» ile ortaya çıkmış, medreselerin ıslahı ile ilgili bir kavram olup, 1860'larda böyle bir tabirin kullanılmış olması ilginçtir; ya mezâr taşının tarihlenmesinde hata yapılmış veyâ bu mezartaşı 1314'ten sonra âilesinden birisi tarafından yaptırılmıştır.

Fakat «Dârü'l-Hilafeti'l-Aliyye Müderrisliği» ile bugünki mânâda imam-hatib öğretmenliğinin hiçbir ilgisi yoktur. O tabir medreselerin kendi içinde bir sınıflandırılmasından ibarettir.

Yine mezar kitabelerine göre Yusuf, Müfti Abdullah'ın Mustafa oğlu başka bir oğlundan bahsediyor. «Erişdi ecel virmedi aman/Murada ermedim dünyada hemân» denildiğine ve Yusuf'un haklı tesbitine göre, bizim elimizdeki nüfus kayıtlarında ismi geçmese de, bu Mustafa'nın sonradan doğmuş ve genç yaşta ölmüş birisi olduğu düşünülübilirse de, Karamanlıların aşağıda bahsedeceğimiz şikâyetlerinde ısrârla, Müfti Abdullah Hasib ile üç oğlundan bahsedilmekte fakat, Hüseyin Nesib ve Mehmed Muhtar'dan başka üçüncü oğlun adı isim olarak geçmemektir.

Tam olarak Abdullah'ın hangi tarihte müfti olduğu belli olmamakla beraber, bunun zamanında «Larende» veya Karaman kadısının adı geçmeyip, bu zat Karaman'ın tam olarak «kelek keseni» idi.

Canasun Çiftliği «Larende (Karaman) Müftisi Abdullah Hasib'in,

Beydili Çiftliği Larende (Karaman) Müftisi Abdullah Hasib'in eşi Fatma'nın idi.

Talat Duru'nun bahsettiği gibi ortada çiftlik kurmak diye bir konu olmayıp, ortada ele geçirmek vardır.

Karamanlılar bir gün ayağa kalktı:

Şikâyetlerine göre Karaman Müftisi olan Abdullah Hasib ve kendi nüfuzu ile Karaman Kaza müdürü yaptığı üç oğlu ile beraber «mîrî (kamu) mallarını ele geçirmek», «vakıf mallarını üzerine geçirmek» ve «1257 (1840) yılından 1267 (1859) yılına kadar masraf» adı altında «1 yük» ve «40 bin akça»'yı (yani aşağı yukarı 150 bin akça) zimmetlerine geçirdiklerinden şikâyet olunuyordu.

Bu ifâdelerden Abdullah Hasib'in en az 20 yıl Larende müftiliği yaptığı anlaşılıyor. Başka bir vesikada ise oğullarından Larende müdürü olanın ismi «Nesib» olarak geçerken, diğer oğlu «Muhtar»'ın Konya Meclis azası olduğu belirtiliyor.

Bahsi geçen «1 yük» «40 bin akça»'nın bu gün için karşılığını verebilmek mümkün değildir; Beğdili ve Canasun arazisinin değerini günümüz şartlarında hesap etmek yeterlidir.

Bunun haricinde Abdullah Hasib'in «Sarıkavak» ve «Aladağ» eşkiyası ile işbirliği yapmaktan, bunları «Larende»'ye baskın yapmaya teşvik etmekten ve «fuzûli» yere «Larende»'de 17 kişinin ölümüne sebeb olmaktan suçluyorlardı. Hadimîzâde Abdullah Hasib ve oğullarının işbirliği yaptığı «Sarıkavak» ve «Aladağ» eşkıyası denilen kişiler aslında kendisi gibi «Sarıkavak» ve «Aladağ»'ın «ayanı» yani «eşrâfı» yani kelekkesenleri, mütegallibesi idi.

*

TARTANZÂDELER

Bu arada ahalinin şikâyetlerinin içine «Tartanzadeler» de girdi. Tartanzadeler o tarih itibariyle «Karaman eşrafı»ndan olup, Abdullah Hasib ve oğulları ile işbirliği yapmak ile suçlanıyordu.

Tartanzadelerin de tarihi 1720'li yıllarda «Larende eşrâfı» arasından sayılıp, o tarihlerde isimleri sadece «Kedi Tartanzadeler» olarak anılıyor, ilgili belgede, «Kedi Tartanzadeler»den bir isim zikredilmeyip, sâdece «Larende esnafı - eşrâfı» içinde sayılıyor.

Bu Kedi Tartan isminin nereden kaynaklandığına dair bir bilgiye ulaşamadım.

Bu şikâyet üzerine Abdullah Hasib, o günün şartlarında, kendisi müfti ve ilim adamı zümresinden sayılmak münâsebetiyle, mahalli mahkemelerde yargılanması mümkün olmadığı için, bir uyanıklık yapıp, yargılanmasının İstanbul'da «Meclis-i Vala»'da yapılmasını taleb ederek, vesikaların dili ile «İstanbul'a sıvıştı», yani kaçtı; şikâyetçiler ise kendilerinin İstanbul'a gitmesinin ve dava takip etmesinin mümkün ve İstanbul'da han köşelerinde sürünecek takatleri olmadığını, eğer haksız çıkarlar ise bahsi geçen 150 bin lirayı ödemeye hazır olduklarını beyân ederek, bu hususa dair sened verdiler.

Tartanzâdelerden Hacı Baba ve Hacı Ahmed de yine bu sırada İstanbul'a sıvışmışlar idi. Bunlar da Konya veya Larende'ye gelmeyerek, kendilerinden şikâyetçi olanlar «eğer haklılar ise İstanbul'a gelsinler, burada mahkeme olalım», diyorlardı.

Mesele bir şekilde kapatıldı, Hadimizâde Abdullah Hasib müftilikten, oğulları da kaza müdürlüğünden azledildi. Karamanlıların şikâyet ettiği oğullardan sadece Hüseyin Nesib kaza müdürlüğü yapmış olsa da, öyle anlaşılıyor ki, bu yolsuzluğun içinde Mehmed Muhtar da vardı.

İlginç bir şekilde aynı tarihlerde, Hadimizâdelerin Hadim'de kalmış olan kolundan birisi Hadim müftisi ve Hadim kaza müdür vekili iken, aynı şekilde ahalinin vergisi üzerinde haksız kazanç sağladığından dolayı, azledilmişti.

Hadimizâde âilesi bir hayli geniş olup, özellikle Hadim müftiliği 200 yüzyıl boyunca bunların uhdesinde kalmıştır.

Hasan Pınarbaşı, «Karaman'ın Geçmiş Yüzyılı» adlı eserinde Tartanzadeler'den bahsederken, «10 yıl İstanbul'a gidip, ticaret ile uğraştılar» diyorsa da, mesele öyle değil, Hadimizâler'in işbirlikçisi Tartanlar İstanbul'a «sıvışmışlar» (kaçmışlar)dı; 10 yıl sonra Karaman'a dönmelerine müsaade edilmiştir.

Abdullah Hasib'in ataları gibi özel bir ilmî kifayeti olmadığı anlaşılıyor, zaten ismi bu müftilikten azlinden sonra unutulup gitmiştir. Her ne kadar oğullarından birisi Yozgat mutasarrfılığı (valilik değil) yapsa da, Hadimîzâdeler kaybolup gitmemişlerdir.

Büyük bir ihtimal ile Tartanzadeler ve Hadimiler akraba olup, Duruların da bunlar ile ilgisi vardır.

Bunlar Osmanlı'da belediye teşkilatının kurulması ile beraber belediye reisliğinde, belediye meclis azalığında, Karaman'daki mahallî bankaların kuruluşu ve sair sermaye dolaşımında yer her daim yer almışlar ve yer almaya devam etmektedirler.

*

SONUÇ

Sonuç olarak, daha Fatih Kanunnâmesi'nde hoca konumunda olan müderrislere ve bunların çocuklarına bazı ayrıcalıklar verildiği görülür. Fakat bazı özel imtiyazlar her devirde ve her toplumda hemen istismâra açıktır. Kaynaklara yansıdığına göre daha Kanunî zamanında bütün devlet düzeninde görülmeye başlanılan bozulma ve çürüme derhâl medreselerde de görüldü, belki de çürüme medreselerden başladı.

Mesela Tarih-i Raşid'de «medreseye girebilmek için açılan imtihanlara sıradan insanların çalışarak giremediği hâlde, ulemâ çocuklarının şartsız ve öncelikli» girdiği;

Bu devirde yazan başka bir müellif şöyle demektedir:

«Ulemâzâdeden ise ancak kimin oğlu olduğu arz olunmak kifayet eder. Kaç yaşında olup ve ne okuduğunu i‘lâma hacet yoktur»

Tarih-i Peçuyi'de (Peçevi) meşhur Şeyhülislam Ebussuud'un kendisi gibi müderris olan oğlu Şemseddin Ahmed'in bir müderrise yakışmayacak hâl ve tavırlarından dolayı birçok yetenekli öğrencinin medreseden ayrıldığı» yazıldığı gibi.

Yine 16. yüzyılda Edirne’deki müderrislerden birisi medresesini bırakıp 4-5 ay İstanbul’da gezip tozmuş, görevi olmayan işlere karışmıştır. Yine başka bir müderris iki sene göreve gitmemiştir. Beşik ulemasından yetişenler için Uzunçarşılı, “bunlar, hiç bir medresede tahsil görmeden beşikte iken mülazım, söz söylemeğe güç yetirdiği zaman müderris, buluğ yaşına gelince molla (büyük kadılık), tıraşı gelinceye kadar medreseleri dolaşır ve tıraşı geldikten sonra beş yüz akçelik mevleviyete atanırdı. Nadiren de olsa eline kitap alsa bile o da muhazarat, cönk ve gazeliyattan ibaret” kalırdı der. Cevdet Paşa ise “Medrese vaktiyle âlimlerin en değerlilerine mahsus iken sonradan ehil ve erbab olmayanlar silsileye dâhil olmuştur. Bunlar hasb’el tarik yüksek derecelere ulaşmışlar, bu yüzden teşkilat eski şan ve şerefini kaybetmiştir” ve “tarik-i ilmiye, cühela ile dolmuştur” sözleriyle ifade etmiştir.

Bilindiği gibi, bu tarz uygulamalar yüzünden daha 1550'lerde medrese mezunları iş bulamadığı için pek çok yeni mezun talebe isyân edip, tarihe «suhte» veya «medreseli» isyanı olarak geçen hâdiseler patlak vermiş ve talebeler Anadolu'da eşkıyâlık yapmak mecbûriyetinde kalmışlardı.

Hadimizâdeler, bu âileye ad veren Ebu Said Muhammed'den sonra da bunun adı üzerinden imtiyâzlarını devâm ettirmişler, başta Hadim olmak üzere Konya, Larende ve Alanya taraflarında «Hadimizâde» adı üzerinden imtiyâzlarını devâm ettirmişlerdir.

Hadimîzâdeler kelimenin tam karşılığı ile bir «beşik ulemâsı» zümresidir.

«Eşrâf» denilen zümrenin de yükselmesinin sebebi, aynı şekilde Osmanlı devlet düzeninde başlayan bozulma ile alakalıdır. Bunların tamamı «şehir» ve «kasaba» efendileri olup, kırsaldaki temsilcileri de «ağa» sıfatı taşırlardı. Osmanlı tarih ve arşiv literatüründe «ahalî» denilen kişiler de bunlardı; yoksa falan köydeki köylünün, rençber ve çiftçinin hiçbir kıymeti yoktu. Zaten onların adı bile geçmez. Bunlar zamanla kazaların tek yöneticisi olan kadılar, subaşılar, mütesellimler ile sancak beyleri ve hatta beylerbeyiler ile iyi geçinirler, hatta iyi «anlaşırlar», bazen de beğenmediklerini hemen Dersaadet'e yani Bab-ı Ali'ye şikâyet edip, hemen değiştirirlerdi. Bunlara meşruiyeti de nakibü'l-eşrâflar, müderrisler, müftiler kazandırırlardı.

Bizim toplum sosyolojisi ile Batı toplumunun sosyolojisi arasında bir alaka kurulamaz ama; şu durum ilginçtir: XVII-XVIII-XIX. Yüzyılarda Batı'da ahâli yani halk dediğimiz kesim kiliseler, derebeylerine ve krallara karşı mücâdele ederken, bizde bu durum tam tersi olarak işlemiştir.

Cumhuriyet devrinde «toprak reformu» yapılmak istenmiş fakat yapılamamıştır. Çünkü söz sahibleri değişmemiştir. Toprak reformunu yapacak olanlar, zaten bu zümrenin torunları olup, bahsi geçen topraklar XVII-XVIII ve XIX. Yüzyıllarda bunlar tarafından ele geçirilmiştir.

Bizde son zamanlarda ortaya çıkan «dedelerimizin mezartaşlarını okuyamıyoruz» dedikleri dedeler bunlardır. Mezartaşı okumak isteyen köylülerin zaten dedelerinin okunacak mezartaşı olmadığı gibi, çoğu zaten dedesinden önceki ecdadının adını bile bilmez.

Bu zümreye zamanımızda «KANAAT ÖNDERİ» deniliyor.

Şimdiki KANAAT ÖNDERLERİ'nin dedeleri daha yüzyıl önce EŞRAF idi.

Saltanat devâm ediyor.