“Manzara” kelimesinin bana hatırlattığı şeylerden biri Nazım Hikmet’in o meşhur eseridir: Memleketimden İnsan Manzaraları. Arapça “n(a)z(a)r” kökünden türetilen bu kelime, dağarcığında zengin bir semantik evren taşır ve bugün Türkçede “bakışı veya dikkati çeken her şey, görünüş, tablo, resim, durum” gibi karşılıklarıyla hayli işlektir.
Asıl adı Mehmet Nazım RAN olan Nazım Hikmet, gerek yazdıklarıyla gerek yaşadıklarıyla XX. yüzyılın öne çıkan edebî ve siyasi isimlerinden biri olmuştur. Onun en çok bilinen, okurlarının çokça teveccüh gösterdiği eserlerinden biri Memleketimden İnsan Manzaraları’dır. İçeriğindeki şiirlerle farklı insan sahneleri tasvir eden kitap, bir dönem ortaöğretim kategorisinde öğrencilere okuması tavsiye edilen 100 Temel Eser arasında da yer almıştır.
1941’de yazmaya başladığı bu kitapta Nazım; şiir, roman, senaryo, oyun ve tarihi harmanlamak suretiyle II. Meşrutiyet’ten II. Cihan Harbi’ne kadar arka planda toplumu çevreleyen hadiselerle birlikte Türkiye’nin toplumsal tarihini “içinde insanların kaynaştığı bir mahşer sahnesi” hâlinde ortaya koyar. Şairin dilinden dökülen her mısra okura farklı bir manzara sunarken bu hacimli esere hayat veren manzumeler de okuyana başka bir hikâye anlatır. Sanatçının eserine “manzara” kelimesini isim olarak koyması da bu nedenledir.
Esasen türlü hengâmelerle devam eden günlük hayat, insanlara envaiçeşit “manzara” sunar. Dikkatle bakıldığı yahut tefekkür edildiği zaman sokakta, evde, pazarda, çevrede, hâsılı yaşamın her alanında “bakışı ve dikkati celbeden çok şey” vardır. Bunlar ressamlar başta olmak üzere şairlere, yazarlara, müzisyenlere yeni “manzaralar” çizdirecek, kaleme aldıracak veya seslendirecek kadar çok, renkli ve seslidir.
Ülke gündemini bir süredir meşgul eden milletvekilliği ve cumhurbaşkanlığı seçim süreci, kesin sonuçların Resmî Gazete’de ilan edilmesiyle sona erdi. Seçimler sonucunda TBMM’ye gitmeye hak kazanan 600 kişi, 2 Haziran 2023 Cuma günü saat 14’ten itibaren yemin ederek “vekil” oldu. Çoğunluğunu çiçeği burnunda isimlerin teşkil ettiği mebusların yemin merasimi, Türkçe açısından ilginç “manzaralar” ortaya koydu. Manzaranın kahramanı olan üyeler, şu uzun cümleyi okuyarak yemin ettiler:
“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyet'e ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”
60 kelimeden oluşan metin, Anayasa’nın 81. maddesinde yer alıyor. “Millet” (3 defa), “ve” (8 defa) kelimeleri dışında her kelimenin birer kez geçtiği yemin cümlesi, içerik ve cümle kuruluşu itibarıyla ayrıca incelenmeyi gerektiriyor. Ancak bu, ayrı bir yazının konusu. Bizim burada dikkat çekmek istediğimiz, yemin cümlesini okuma esnasında telaffuzuna dikkat edilmeyen, bazıları anlama da etki eden kelimeler. Bunların başında “inkılap” geliyor. Ne yazık ki takip edebildiğimiz kadarıyla bazı vekiller, bu sözcüğü “inkilap” şeklinde söylediler.
“İnkılap” (<inkılâb) ve “inkilap” (<inkilâb) kelimelerinin ikisi de Arapça. İlki “k(a)lb” kökünden türetilmiş olup “bir durumdan başka bir duruma dönüşme, devrim, köklü değişiklik, reform” gibi anlamlara geliyor. İkincisi ise “köpek” manasındaki “k(e)lb” kökünden müştaktır ve “köpekleşme, köpekleştirme” demektir. Kelimelerin kökündeki “kaf” ve “kef” harflerinden kaynaklanan bu ciddi anlam farklılığını, ülkemizde yıllardır müfredat gereği Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi dersini alan herkes duymuş olmalıdır. İlkokuldan üniversiteye belirli sınıflarda verilen bu derslerde tarih öğretmenlerinin üzerinde durduğu ilk konu daima bu kelimeler olmuştur. Ayrıca bunlar, hem Türkçe derslerinin hem de diksiyon seminerlerinin meşhur örneklerindendir.
Manzaraların ikinci bölümünde “ülkü” var. Tören sırasında “…herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden…” ifadesindeki “ülkü” kelimesi birkaç vekilden “ülke” şeklinde duyuldu. Eskilerin “sürç-i lisan”, yani dil sürçmesi şeklinde ifade ettikleri bu husus, bir ses değişikliğinin mana âleminde neye kadir olduğunu göstermesi bakımından önemli.
Törende kulaklara nahoş gelen boğumlanma kusurları bunlarla sınırlı değil elbette. Bazı milletvekillerinin “herkes” sözcüğünü “z” ile telaffuz etmesi, toplumda hayli yaygın olan bu telaffuz sorununun ileride Gazi Meclis’te de temsil edileceği anlamına geliyor. Yine halk arasında yanlış söylenişine sıkça şahit olduğumuz Fransızca “laik” kelimesi de kimi mebusların dilinden “l” sesi kalın olacak şekilde döküldü. Dil ucunun temas ettiği noktaya göre mahreci değişen bu sesi doğru şekilde söyleyebilmek için birazcık çaba göstermek kâfi.
Yemin metninin semantik yükünü taşıyan kelimelerden biri, kanaatimizce, “sadakat”tir. Arapçadan aldığımız bu kelimenin yaygın anlamı “içten bağlılık”tır. Derunundaki asıl mana ise “kendisine iyilik edene, lütufta bulunup koruyana minnet ve şükran duygularıyla bağlanma, bu bağlılığa yakışır şekilde davranma, hainlik ve döneklik etmeme, vefakârlık gösterme” şeklindedir. Ziya Paşa’nın
“İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah”
beytiyle zihinlere nakşettiği bu kelimenin son sesi telaffuzda incedir. Dolayısıyla çekimde ona getirilen eklerin ünlüsü ince sıradan olmalıdır. “Dikkat, hakikat, hilkat” gibi kelimelerde aşina olduğumuz bu imla ve söyleyiş özelliği, “sadakat” için de söz konusudur. O tarihî günde ekser vükela kelimeyi “sadakatten” şeklinde doğru dillendirdi. Ne var ki bir kısım vekilin “sadakattan” biçimindeki yanlış okuyuşu da kayıtlara geçti.
Biraz ilk günün heyecanından biraz da şive hususiyetlerinin söyleyişe yansıtılmasından kaynaklandığını düşündüğümüz bu kusurlar, bir yemin töreninin geride bıraktığı Türkçe manzaraları oldu. Böylesine uzun bir cümleyi, heyecan katsayısı yüksek bir günde insanların huzurunda, dahası kameraların önünde okumanın zorluğu var elbette. Ayrıca bazı kelimelerin söyleyiş güçlüğüne yol açabilecek seslerden örülmüş olması da bir hakikat. Ancak şartlar ne olursa olsun, bir meclis üyesinden kendisine “vekil” unvanı kazandıran bir ifadeyi doğru okuması beklenirdi.
Ziya Paşa’nın bir dizesinde söylediği gibi “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” diyerek meseleyi kapatmak mümkün elbette. Hele de vekillerin “icraat insanı” hüviyeti taşıdıkları hesaba katıldığında Ziya Paşa’nın bu veciz sözü bir adım daha öne geçecektir. Lakin Çuvaş Türklerinin dilinden eksik olmayan şu atasözü de hatırdan çıkarılmamalıdır: “İnsan bir sözle üşür.”