Engelli bir arkadaşımız sosyal medyasından bir mesaj yayımlamış; Bir 3 Aralık Arifesinde. Demiş ki: 3 aralıkta ben müsait değilim. Ne beni o gün arayın! Ne de ziyaretime gelin. Diye yazmış o engelli arkadaş. Aslında; haklılık payı da yok mu arkadaşın? Biz engelliler sadece 3 aralıklarda hatırlanmaz mıyız? O gün yapılan programlarda; sevgi pıtırcığı konuşmacılar: hepimiz birer engelli adayıyız! Diye başlamazlar mı kendilerinin bile inanmadıkları o klişe sözlere. O günün sonunda da unutulup, kaybolup gitmez miyiz kendi dertlerimizde? Ben tam; 33 yıllık kadrolu bir görme engelliyim. Çocuklukta unvanım: gözü görmez, görme özürlü, mazur, madurdu. Yaşım ilerledikçe unvanım; görme özürlülükten görme engelliliğe terfi etti amma unvanımız ne kadar modernleşse de sıkıntılarımız, engellerimiz hiç değişmedi. 33 yıldır ne 3 aralıklar geldi geçti amma bir türlü toplum bizleri yeterince kabullenmedi. Ben; hayata hep tırnaklarımla sarıldım. Ömrüm; bir şekilde kendimi ispat zorunluluğuyla geçti. Ne güzel kuran okuyor! Ne güzel türkü çığırıyor, amma ilahi söyleyiveriyor! Dedirtebiliyorum kendime amma kanka, bu pazara ne yapıyoruz? Diye soracak bir dostum olmadı hiç mesela. Aslında benimde duygularım, umutlarım yok muydu. Nedense hep kendi kendime konuşabildim. En yakın dostum arşivim ve radyo tiyatrolarım.  Engelleri aşabilme adına önce bilgisayar kullanmayı öğrendim. Sonra bir hayatım olsun bir de yoldaşım dedim ve evliliği düşündüm. Bana çevremdekilerin en büyük dayatması; gören ve eli ayağı düzgün bir eşimin olması doğrultusundaydı amma ben işlerimi görüverecek bir hizmetçi değil; beni anlayacak ve benimle aynı kaderi paylaşacak görme engelli bir hayat arkadaşım olsun istiyordum. 2012 yılının Ramazan ayında; Kocaeli’nin Çayırova ilçesine Kuran okumaya gitmiştim. Beni davet eden arkadaşımda görme engelliydi. Programdan sonra bir çay bahçesinde otururken takıldım beni davet eden arkadaşıma: yahu! Dedim: bana bir kısmet bulmadın? Arkadaşım da: dur sana bir kısmet bulayım! Dedi ve telefona sarıldı. Eşimle beraber Ankara Göreneller görme engelliler okulunda beraber okumuşlar. Yozgat nere; Karaman nere. Tanıştık. Nasipmiş; evlendik. Tam üç buçuk yıl anamlarla beraber oturduk. Atalar ne güzel söylemiş ya: dağ dağ üstüne olur da; ev ev üstüne olmaz.  Bu üç yıllık süreçte ciğer parem, oğlum dünyaya geldi. Bizim için asıl mücadele işte o zaman başladı. Hiç görmek istememiştim bu dünyayı, kuşları, arabaları. Kanıksamıştım ben bu hayatı. Ne zaman ki; o dünyaya geldi! İşte o zaman: ne olaydı; oğlumun kabak kafasını bir görseydim ve yeniden kapansaydı gözlerim! Dedim. Anam yeni doğan çocuğun her şeyiyle doğal olarak ilgilenmek istiyor ama annesi de ona bakmak, onu banyo yaptırmak, altını temizlemek, ona annelik yapmak istiyor! Bu süreçte de gelin kaynana arasında kalan hep ben oluyordum. Hani hoca Nasreddin’in fıkrası misali; herkes kendince haklıydı. 3 yılın sonunda bize tokiden ev çıkmıştı. Nihayet bizimde bir evimiz olacak, komşularımız, misafirlerimiz olacaktı. Her şeyden kıymetlisi; çocuğumuza kendimiz bakabilecektik. Karınca misali önce Iphone’u aktif bir şekilde kullanmayı öğrendim. Tuşsuz telefona dokuna dokuna: internetten alışveriş etmeyi, mobil bankacılık uygulamalarını kullanmayı, hülasa; bir görenin yaptığı bütün işlemleri yapmayı öğrendim. Artık toplumun yanı sıra çocuğumuza da kendimizi ispatlamaya çalışıyorduk. Nede olsa bir gören olamayacaktık ama en iyi baba ve anne olabilmek için ne çabalar verdik. Hakikaten bu uğurda çok emek harcadık. Oğlumun yaşı ilerleyince dedim ki kendi kendime: yahu! Hafız Mustafa! Bugüne kadar hep birilerine muhtaç yaşadın. Tek başına dışarı adım bile atmadın! Ama kadife kafalı yavrun için topluma çıkmalısın! Kör bastonunu alıp her yerlere gidebilmelisin ve yavrunu gezdirebilmelisin! Dedim. Bu düşüncem son derece müthişti. Hiçbir altyapım yokken; bağımsız hareket konusunda hiçbir eğitimim yokken dışarıya çıkma düşüncesi bile benden çok çok uzak bir şeydi. Önceleri taksi tutarak oğlumu tiyatrolara, sinemalara, Avm’ye götürmeye başladım. Sonra; görme engelliler için geliştirilen ücretli bir navigasyon uygulaması temin ettim. Kararlıydım; artık kendi ayaklarımın üzerine dikilecek, kula minnet etmeyecektim. İlk gün; tokinin bakkalından ekmek alıp gelmeyi denedim. Evden çıktım! Çıkar çıkmazda yönümü şaşırdım ve komşunun yardımıyla; büyük hayal kırıklığına uğramış bir vaziyette eve geri geldim. Pes etmeyecektim. İlkinde beceremesem de bağımsız hareket etmeyi! Gün gelecek; şehir şehir gezecektim tek başına. Ertesi gün tek başına ekmek almayı başardım. Daha ertesi camiye gittim. Artık kendime olan güvencim arttıkça otobüse binip çarşıya gitmesini öğrendim. Karınca misali önümdeki engelleri tek tek devirdim. Bu medeni cesaretimin yegane mimarı; ciğer parem, oğlumdur. O dünyaya gelmeseydi; ben elime bastonu alıp da dışarı çıkacak cesareti mümkün değil bulamazdım. Kolay değil erenler! Kolay değil. Gece çocuğun hastalandığında sırtına vurup da özgürce istediğin hastaneye götürememenin ne demek olduğunu ben bilirim. Ben yılmadım erenler! Yılmadım. Topluma rağmen, engellere rağmen oğlum bana; babam! Desin diye çalıştım! Didindim. Hani başta da söyledim ya; arkadaş haklı olarak 3 aralıkta ben müsait değilim! Yazmış ya sosyal medyaya. Ben öyle demiyorum erenler! 3 Aralık’ta da olsa engellileri arayın. Onları anlayın. Onlardan ibret alın. Empati yapın mesela: ben bir işitme engelli olsam ve en sevdiğime; seni seviyorum! Diyecek mecali bulamasam! Ben ne yapardım o zaman? Diye bir düşünüverin. Bir güncük be! Erenler! Bir güncükte olsa engellilere kıymet verin. Onlara selam verin. Onları bir güncüğüne de olsa değerli hissettirin. Dolayısıyla: biz üç aralıkta müsaitiz erenler! Kapımız açıktır, hele buyrun gelin.