Zamanımızda, şükretmeliyiz ki, çok namuslu ve çok iyi yetişmiş ilim insanlarımız var. Bunların bir kısmını, onların alanları aktüel olduğu ve çok sık ekranlarda gördüğümüz için, popüler oluyorlar ve pek çok kişi biliyor ve isimlerine kadar tanıyor.

Sel felâketleri, orman felâketleri, maden felâketleri ve bazen nükleer felaketler oluyor, o vesile ile bunlara kulak kesiliyoruz.

Bizim yaşadığımız zamanların en büyük felaketlerinden birisi 1999 Gölcük depremi idi. Bu vesile ile hepimiz pek çok deprembilimci tanıdık. Daha önceleri de depremler oluyordu; fakat biz bunları sadece büyüklüğüne ve yıkımına göre, bize gelen haberlere, gazetelerde yazıldığına göre bilebiliyorduk.

Şimdi iletişim araçları, özellikle televizyon ve internet iletişimi çoğaldı.

Herşey elimizin altında her şey karşımızda.

1999 Depremi ile pek çok depremci tanıdık, isimlerini öğrendik, çoğumuz bu insanları görünce yine pürdikkat dinliyoruz.

Bu insanlar o zamanlardan beri diyor ki, falan tarih aralığında falan şehrimizde, coğrafyamızda, bölgemizde deprem olacak. Binalarımızı güçlendirelim, ovalık yerlere, tarım arazilerine bina yapmayalım, yeni

yaptığımız, yapacağımız binaları şu düzen ve şu şartlarda ve şu zeminlere yapalım diyorlar.

Peki bu adamlar bu bilgileri neye dayanarak söylüyorlar. Çünkü bu adamlar şaşılacak derecede genel tarih ve coğrafya tarihi ile tekrar eden depremlerin, tekrar etme periyodlarını da biliyor.

Eskiden kalma «Homeros»'tan beri, hatta Hitit, Sümer, Babil, Asur tabletleri, Mısır papirüsleri, Hind ve Çin kaynakları ile yakın diyebileceğimiz zamanlara ait Arap, Ermeni, Süryani, Fars tarihleri ile en nihayet Osmanlı Arşivi vesikalarında, bu depremlere dair bilgiler var.

Bu deprembiliimciler dünya çapında depremlerin hangi tarihte ne zaman meydana gelmiş ve hangi tarih aralıklarında tekrar ettiğine dair fikir yürütecek kadar araştırıyor.

Homeros nereden bilecek Erzincan'da deprem olduğunu, Erzincan'da öyle bir deprem oluyor ki, birkaç sene sonra da olsa, buna dair bilgiler Yunan'a, Mısır'a Çin'e ulaşıyor.

Bu coğrafyada hüküm sürmüş eski medeniyetlerin tabletlerini çözümleyenler bu depremlere dair de bilgiler bulabiliyor.

Mesela M.Ö. VII. Bin yılda Çumra Çatalhöyük'te elde edilen buluntulardan, ilim insanları o çevrede veya hiç olmazsa Anadolu'nun mühim bir kısmında su baskını, fırtına, yıldırım, çığ, kar, soğuk, sıcak, kuraklık, deprem, yer kayması, meteor düşmesi, volkan patlaması olduğuna dair bilgiler çıkarabilmiştir.

Hititlerden kalma tabletlerden çıkarılan sonuçlara göre, M.Ö. II. Binli yıllarda Anadolu'nun çok ormanlık olduğu, bundan dolayı çok yağmur yağdığı, buna rağmen o tarihlerde de bu çok ağaçlılığın, çok yağmur yağmasının yanında yine yıkıcı depremlerin de devam ettiği görülmüştür. Hititler bu felâketler için bir önlem alma derdine düşmeyip, olan biteni kendi anlayışlarına göre ilahî güçlere atfetmişlerdir.

Hitit metinlerine göre Anadolu'da Babil metinlerine göre de bugünki Irak ve Suriye'nin kuzeyinde M.Ö. II. Binli yıllarda çok yıkıcı şiddette depremler meydana geldiğine dair bilgilere sahibiz.

Anadolu coğrafyası Çin coğrafyasından sonra depremlerin tekrar etme sıklığı olan arz üzerindeki ikinci coğrafyadır.

Ermeni, Süryani, Bizans, Arap ve Fars kaynaklarından derlenen bilgilere göre Miladın ilk yılından itibaren, tam da, günümüzdeki Maraş merkezli depremden etkilenen bölgelerin tamamında yüzlerce kayıtlara geçmiş deprem meydana gelmiş. Hep dediğimiz gibi bahsettiğimiz kaynaklar elbette bir

«rapor» değildir. Bu kitapları yazan insanlar hâdiseleri kendilerini ilgilendirdiği ve kendilerine ulaşan haberlerden duyabildiklerini yazmışlardır. Eski zamanlarda bugün yerle bir olan Antakya, hristiyanlar için çok mühim bir şehir ve onlar için merkez hükmünde olan yerlerden olduğu için, özellikle bu şehre ve dolayısı ile kuzeyine ve güneyine dair deprem kayıtları çok önem arz eder.

Meselâ:

1072'de Antakya'da meydana gelen depremde oradaki patriğin yazdığına göre yer yarılarak, binlerce kişi o yarıkta kaybolur.

1075'te Ermeni tarihçisi Vardan'ın yazdığına göre, Antakya'da o kadar büyük bir deprem meydana gelir ki, bu deprem de şehir yıkıldığı gibi, etkisi Suriye'de, bugünki Adıyaman'da ve hatta Kıbrıs'ta bile yıkımlara sebeb olur. Aynı yıl içinde yine bu şehirde ve kuzeyinde yıkıcı ve çok ölümlere sebeb olan sarsıntılar meydana gelir.

1080'de Selçuklu tarihçilerinden Azimî, «deniz kenarında» yani Antakya'dan Klikya'ya (Çukurova) kadar deprem olduğunu yazar.

İbnü'l-Esir 1087'de el-Cezire (Irak-Suriye-Türkiye arasında kalan Fırat- Dicle arası), Suriye ve «pek çok ülkede» (pek çok ülke dediği «Maraş»,

«Adıyaman», «Ayntab (Antep» ve çevresi» büyük bir deprem olduğunu yazar.

1114 yılında Ermeni tarihçisi, Sambad'a göre Maraş, Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Keysun?, Raban?, Harran, Balaş?, Kişum?, o tarihte Haçlılar eline geçen Antakya, Sis (Kozan) ve (muhtemelen buraların çevresinde) meydana gelen depremlerde yüzlerce kilisenin yıkılıp, yüzlerce köyün yok olduğu ve onbinlerce kişinin öldüğü yine Ermeni Sambad'da, Ebu'l-Ferec'de, Urfalı Mateos'ta yazılıdır.

1118'de el-Cezire ve Irak'ta ve dahi «el-Cezire'nin kuzeyinde» (bu günki Güneydoğu Anadolu) yıkıcı depremler olmuştur.

1124'te yine Azimî'nin verdiği bilgilere göre, meydana gelen deprem su kaynaklarının kurumasına yol açarak, gerek bahçelerin kurumasına ve gerek ise pek çok insanın susuz kalarak telef olmasına sebeb olmuştur.

1135 yılında Irak'tan Erzurum'a kadar olan yerlerde meydana gelen deprem, buralarda pek çok yıkıma ve can kaybına sebeb olmuştur.

1139'da Suriye ve Rum ülkesinde (Anadolu) meydana gelen deprem, Akdeniz sahillerini (muhtemelen Antakya ve Klikya) de vurmuştur.

Papaz Grigor'un yazdığına göre 1158'de Antakya yine depreme maruz kalarak, şehir tekrar yıkılmış, pek çok insan telef olmuştur.

Tesbit edilmiş başka deprem tarihleri de var ise de hepsini burada saymanın gereği yok; 1269 yılında Klikya merkezli depremde 8.000'den fazla kişinin öldüğünü yine Ermeni tarihçilerinden Ebu'l-Ferec yazıyor.

Osmanlı zamanına geldiğimizde, gerek tarihlerde ve gerek ise arşiv vesikalarında Anadolu'da meydana gelmiş binlerce küçük büyük depremlere dair pek çok yazışmalar görülür. İstanbul devletin paytahtı ve devletin en büyük şehri olması dolayısı ile buraya ayrı bir önem verilir.

1509'da meydana gelen deprem kayıtlara «Küçük Kıyamet» olarak geçmiş, yazılanlara bakılırsa 100'den fazla cami ve mescid, 1.000'den fazla dükkân yerle bir olurken, İstanbul'un Bizans'tan kalma surlarının büyük kısmı ile pek çok kule tamamen yok olmuştur. Büyük bir tsunami meydana gelerek, yüksekliğinin 9 m. olduğu, Sultanahmet'e kadar ulaştığı belirtiliyor.

1766'da yine İstanbul merkezli büyük ve yıkıcı deprem olmuş.

En son büyük deprem 1894'te meydana gelen depremde binlerce insan öldüğü gibi, Eminönü ve Fatih tamamen yerle bir olurken, meşhur Kapalıçarşı, Topkapı sarayı çok büyük zararlar görmüştür.

Tarihin bize gösterdiğine ve deprembilimcilerin de bıkmadan tekrar ettiğine göre, bu depremler hep olmuş hep de olacaktır.

Burada ilâhiyât ukalalılığı yapacak değilim ancak, Allah Kuran-ı Kerim'de ne diyor: “Sen dağları görür, onları hareketsiz, sâbit sanırsın. Hâlbuki onlar, bulutların yürümesi gibi yürümektedirler!”

Yaratılışın tabiati böyle, Allah dünyayı böyle, yani hareketli yaratmış.

Bizim esas problemimiz bilinç!

Biz kesintisiz 250 sene ricʻât savaşı yapmış bir milletiz. Bizim Viyana'dan Anadolu'ya geri dönmemiz tam 250 sene sürmüş. Bu süre içinde Anadolu defalarca boşalmış dolmuş. Şehirleşememişiz, hatta fırsat bulamamışız. Daha ötesine gitmeye gerek yok. 1920'lerde Türkiye'nin nüfusu 13 milyon idi. Bu

nüfûsun %90'nı köylerde ve tek katlı evlerde yaşıyordu. Nüfusun ancak %9- 10'u okuma yazma biliyordu. Bu nüfusun hatırı sayılır bir kısmı, göçebe hayatı yani çadırlarda yaşıyordu. 50 sene önce nüfusun %50-60'ı hâlâ kırsalda yaşıyordu. 1960'lı '70'li yıllardan itibaren birden bire ve plansız bir şekilde köy nüfusu şehirlere aktı.

Şehirler bu hızlı göçe hazırlıksız yakalandı. Bahçeli bahçeli 1-2 katlı evler apartman, şehir çevrelerindeki elmalıklar, fasulye, pancar, ayçiçeği, salatalık, domates tarlaları «siteler» ile doldu.

Bu inşaat ve imar rantının bölüşülmesi gerekiyordu. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinin başında gelen Almanya'da devlet tarafından tanınmış

4.000 müteahhid var iken, gelişmekte olan Türkiye'de 400.000 müteahhid oldu. Bunların çoğu da, ne zemin bilgisi, ne deprem bilgisi olan kimseler değildir. Hattâ «âfet» kavramından bile uzaktırlar. Daha düne kadar inşaatlara demircilik yapan, kalıpçılık yapan, marangozluk yapan insanlardır. Nasılsa müşteri bitmiyor; yeri eşele önce iki katlı yap, sat, 5 katlı yap, sat, siteler yap, rezidanslar yap, nasıl olsa alan var.

Plan yok, zemin etüdü yok, kontrol yok.

Eeee bunun olabilmesi için, bir de siyasi ortak olması gerekiyor. İstisnasız bütün partilerimizin belli başlı finans kaynağı bu dünün ameleleri, bugünün zengin müteahhidleri oldu.

Bizim partili, bizim cemaatin adamı, kolaylık gösterin.

Türkiye'de 1966'dan beri onlarca «imar affı» çıkarıldı. Adam daha dün köyde yaşarken, şehire gelmiş, bir bostan tarlasından bir arsa edinmiş, köye ev yapar gibi yumuşak zemini eşelemiş, kaçak, ruhsatsız, denetimsiz bir kat çıkmış, aradan beş sene geçmiş, oğlu için bir kat daha çıkmış, aradan 5 sene daha geçmiş, kiraya vermek için bir kat daha çıkmış. Sen onun için, alâ ile vâlâ ile imar affı çıkarmışsın. Ne için? Oy almak için.

Bu şartlarda halktan (yanlış anlaşılmasın halkı küçümsediğin için değil, durum ortada) bilinç bekleyemezsin. Nereden bilsin vatandaş, depremin yıkıcılığını, hem, nasıl olsa af çıkacağını bile bile, niye bir kat masrafına zemine sağlamlık için yatırım yapsın?

O zaman bu bilinç «kamu otoritesi»nde olacak.

Bizler 1939 Erzincan depremi üzerine yakılan ağıtları dinleyerek büyüdük.

O tarihden beri hep duyuyorduk. Falan yerde deprem oldu, filan yerde deprem oldu.

Sadece duyuyorduk.

Türkiye depremi 1999 Büyük Gölcük depremi ile öğrendi.

Çünkü yakın zamanlara kadar herkes kendi şehrinde yaşıyordu. Nüfus büyüdü, dağıldı, herkesin heryerde bir şekilde bir tanıdığı, bir akrabası oldu. Artık nerede yaşarsa yaşasın, herkesin her şehir ile bir alakası var. Memuriyettir, işçiliktir, evliliktir, okuldur.

Gölcük depremi ile biz «deprembilimcileri» öğrendik. AKUT sayesinde bir sivil arama kurtarma kavramı öğrendik. Kızılay'ın önemini öğrendik. Sivil Savunma'nın neye yaradığını öğrendik.

Deprembilimcilerimizin nerede deprem olacağını, o «fay» dedikleri şeyi santim santim bildiklerini öğrendik. Adamlar konferanslar verdiler, televizyon televizyon gezdiler, herbiri gazete köşelerinde yer edindiler, yazdılar yazdılar yazdılar.

Yaptığı binânın zemin katının kolonlarını kesip, orayı süpermarket, galeri, pastahane, lokanta yapan insanlardan bilinç bekleyemeyiz. Bunları kim kontrol ediyor, kim müsaade ediyor.

Bu başımıza gelen felaket dolayısı ile bir şeyler araştırırken geçen gün 1963 yılında o zamanki adı ile İmar ve İskan Bakanlığı, deprem meselesi ile ilgili bir rapor hazırlayıp yayınlamış. Orada Türkiye coğrafyası, risk bakımından 4 ana bölgeye ayrılmış, her yer, şehir şehir, gerekirse köy köy yazılmış. Alınacak ve alınması gereken tedbirler de yazılmış.

Televizyonlarda sanki bir korku filmi izler gibi, deprem bölgelerini izliyoruz. Camı bile kırılmayan binalar varken, bu binanın hemen yanında daha 2-3 sene önce yapılmış fakat yerle bir olmuş siteler görüyoruz. Demek ki, bu kadar şiddete rağmen yıkılmayan binalar inşâ edilebiliyor.

O zaman bunu «kader»e yüklemek, Allah'ı suçlamak değil midir? Allah yarattığı kullarına eziyet mi ediyor? (haşâ).

Dünyanın en çok ve sürekli deprem olan yerlerinden Şili ve Japonya'da hergün bizdekinden daha şiddetli depremler oluyor, her gün sallanıyorlar, ama oralarda bu kadar yıkıcı olmuyor.

Birlik ve Beraberlik Meselesi.

Başımıza gelen her felakette siyaset adamları bir birlik ve beraberlik muhabbeti yapıyor.

Biz zaten Şırnaklı'dan Edirneli'ye, Zonguldaklı'dan Antalyalıya, Erzincanlıdan Aydınlıya kadar bir ve beraberiz. Soma'da maden faciası oluyor, Iğdırlı koşup geliyor, Ermenek'te maden faciası oluyor, Zonguldaklı koşup geliyor. Giresun'da sel felaketi oluyor, Hakkarili ağlıyor. Adıyamanlıya yardım götürenin alevi mi sünni mi olduğunu sormuyoruz, yardım götüren sarıldığı depremzedeye sağcı mısın? solcu musun? demiyor. alevi misin sünni misin diye kimse kimseye sormuyor. Karaman'da okulunda ekmek üreten gencecik lisesili kızlar, yerini bile bilmediği Adıyamanlı için gözyaşları içinde fakat huzurla geceli gündüzlü çalışıyor.

Daha dün birbirine etmedik laf bırakmayan Fenerbahçelisi, Beşiktaşlısı, Galatasaraylısı birbirlerinin stadlarında yanyana kolkola yardım malzemesi paketliyor. Biz zaten bir ve beraberiz. Yeter ki, siyasetin zehirli dili aramıza girmesin.