“Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez ” Lokman 18 
“Yürüyüşünde tabii ol  Sesini alçalt  Çünkü seslerin en çirkini herhalde eşeklerin sesidir!” Lokman 19 
Yeryüzünde böbürlenerek yürüme  Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin  İsra 37 
Şüphe yok ki Allah, onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir  O, büyüklük taslayanları hiç sevmez  Nahl 23

Bencillik duygusuyla gittikçe vahşileşmekte insanoğlu. Paranın, makamın, şöhretin kendisine vermiş olduğu gaflet rehavetiyle biranda kendinin nasıl yaratıldığını ve nasıl şartlarda bu dünyadan ebedi aleme göçeceğini düşünmez. Kendince putlaştırdığı sahte putlarıyla haşa, “dağları ben yarattım” havasına bürünmektedir. 
 
  Kibir, ruhumuzda biriken kirlerdir. Noksanlıklarımız ve hatalarımız, ruhumuzu kirlendirmekten ve böylece ruhumuzun aydınlığına kalın tabaka örmemizden kaynaklanmıyor mu? Muhammed Bâkır r.a. Hazretleri’nin “kişinin noksanlığı, kalbindeki kibri kadardır” sözüne katılmamak mümkün mü? 
“Küçük insanların büyük gururları olur.” der Voltaire. Kendisiyle barışık olmayan, özgüvenden yoksun insanların kalesidir gurur. Kişiliği belirginleşmemiş, olgunlaşma sürecinde yarı yolda kalmış insanın kişiliksizliğini gizleme çabasıdır gurur. Kendisini var olduğundan daha büyük gösterme ve bu amaç için eksikliklerini örtme gayretidir gurur.
 
Ahlâk psikolojisi açısından baktığımızda gururun temel sebeplerinden biri, insanın ‘aciz’ olduğu bilincinden uzak yaşamasıdır. “Mala mülke mağrur olma, yok deme ben gibi. / Bir muhalif rüzgâr eser, savurur harman gibi.” beytinde ifade edildiği üzere, sahip olduğu parasına, malına veya bulunduğu makama aşırı bağlanan ve güvenen insan, Allah’ın ve O’nun dostlarının otoritesini görmezden gelerek kendisini otorite haline getirme çabasındadır.
Emretme tavırları, onun saldırganlık içgüdüsünü okşamaktadır. Çevresinde emrine amade gibi gözüken sahtekâr insanların varlığı, kendisine değerli olduğu hissini vermekte ve bu yanılgısı bir yandan onun gururunu Kafdağı büyüklüğünde azdırmakta, diğer yandan ıstırabını çektiği ama farkında olamadığı varoluşsal boşluğunu derinleştirmektedir.
 
“Kavakların dikliğine, boylarının uzunluğuna bakıp onları önemli bir şey sanmayın. Bütün kibirli, meyvesiz ve gölgesiz yaratıkların başları bulutlarda sallanır.” diyen Cemil Sena Ongun’un bu sözü ne kadar isabetlidir.
 Gurur ve kibir ruha yerleşince kendisinin emanetçi olduğunu unutup, kendisine o emaneti veren rabbine isyan derecesine gelerek çevresindeki her şeye tepeden bakmaya başlar insanoğlu. Her şeyi ben bilirim, her şey benim dediğim şekilde olur edasıyla ukalalık ve gururda Ebu Cehil’i aratmayan davranışlarıyla insanlara zulüm ve eziyette sınır tanımaz olur. 
Yaşadığımız çağda mağrur yani gururlu insanlar çevremizde kol gezmektedirler. Gururunun kendisine verdiği bir his ve vehimle pek çok insandan daha değerli olduklarını ispatlamak için gayret sarfetmektedirler. Bu kişiler, farkına vardıklarında kendilerinin bile rahatsız olacakları ruh dünyalarındaki gerçek benliklerinin kamufle edilmesini, çevrelerindeki insanlara karşı ördükleri duvarlar ile sağlamaktadırlar.
Bu duvarlar onun sahtekâr yapısının muhafazası açısından payanda hükmündedir. Yaşı ilerledikçe, plastik bile olmayan duvarların yıkılacağı ve gerçek yüzünün ortaya çıkacağı endişesi ile duvarlarını sürekli olarak tahkim etmektedir. Öyle ki mağrur kişi günün birinde, sağlam olduğunu zannettiği ve kale duvarı gibi yükselen taşlaşmış yapıdan kendisi bile sıkılabilir. Sert ve yüksek kale duvarları, kendisi ile çevresi arasındaki iletişimi kopardığından, aslında kendi zindanında yalnızlığa mahkûm olmuştur.
 
Gururlu ve kibirli insan, diğer insanlara, dünyaya, evrene ve sonsuzluğa pencerelerini kapamış insandır. Kendisini kendi içine hapsettiğinden dolayı sınırlarını zorlayacak şekilde şişecek ve her an patlayabilecektir.
Hoşgörü deryası Hz. Mevlana’nın mesnevisinde “deve ile Fare” hikayesindegurur ve kibir şöyle anlatılmıştır; 
Küçük bir fâre kocaman bir devenin yularını kapmış, eline almış, kurula kurula gidiyordu. Deve, kendi huyu, uysal tabiatı yüzünden, onunla yol alıp giderken fâre, kendi küçüklüğünü göremeden: 
“–Meğer ben ne müthiş bir pehlivanmışım, develeri sürükleyebilecek bir yiğitmişim!” diye böbürleniyordu.
Gide gide bir nehrin kenarına geldiler. Nehri gören fare, kibrinin şaşkınlığı içinde donup kaldı. Onun kibrinin farkında olan deve ise, mânidâr bir şekilde: 
“–Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden! Neden durakladın? Neden böyle şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir. Sen benim kılavuzum, öncüm değil misin? Yol ortasında böyle şaşırıp kalmak, sana yaraşır mı?” dedi.
Mahcûp düşen fâre, kekeleyerek şöyle cevap verdi: 
“–Arkadaş! Bu su pek büyük, pek derin bir su; boğulurum diye korkuyorum.”
Deve suyun içine girip:
“–Ey kör fâre! Su diz boyu imiş, korkmana gerek yok!” dedi.
Fâre çaresiz ve mahcûp îtirafına devam etti: 
“–Ey hünerli deve! Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Benimki gibi yüz tane dizi üst üste koysak, ancak senin bir dizin eder.”
Bunun üzerine akıllı deve, fâreye şu nasîhatte bulundu:
“–Öyleyse, gurur ve kibire aldanıp bir daha terbiyesizlik etmeye kalkma; haddini bil! Sana olan hoş görüş ve müsâmahama kapılıp şımarma; çünkü Allâh, şımaranları sevmez!.. 
Var git; sen, kendin gibi fârelerle boy ölçüş!”
Artık, iyiden iyiye gerçeği anlayıp utanmış bulunan fâre: 
“–Tevbe ettim, pişman oldum. Allâh için olsun şu öldürücü, şu boğucu sudan beni geçir!” diye yalvardı.
Böylece deve, yine merhamet edip ona acıdı da: 
“–Haydi! Sıçra da hörgücümün üstüne çık, otur! Bu sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Zîrâ vazîfem, senin gibi yüz binlerce âcize hizmetten ibarettir.” dedi ve fareyi nehrin öbür tarafına geçirdi.


İnsan her zaman gurur ve kibir esintilerine karşı duyarlı olmalı ve devamlı murakabe, muhasebe ile nefsini ezmesini bilmelidir  Bunun en kestirme yolu da, mazhar olunan bütün iyiliklerin Allah’tan geldiğini kabul, tasdik, itiraf ve ilan etmektir  Yoksa gurur, kibir ve kendini beğenme gibi hastalıklar bünyeye yerleşir ve bir daha da onları yerleştikleri yerden söküp atmak mümkün olmaz.
“Nefsini bilen Rabbini bilir!
 
 Zîrâ kendi hâl ve mevkiini bilen her kul, ona göre hayat sürer, yâni Yaratıcısını ve O’nun yüce emirlerini idrâk ederek yaşar. Yoksa hikâyede geçen fârenin deve karşısında şımarması, onun kendi cüceliğinden habersiz oluşundandır. Nitekim kendini bilince devenin gücünü de idrâk etmiştir. Yine bir karınca da, eğer fil ile güreşmeye kalkarsa, bu da onun kendi acziyetinin farkında olmamasından dolayıdır. İşte insan da, eğer Rabbine kulluk etmiyor ve kibir, gurur bataklığında geziniyorsa, o da kendisinden haberdâr değildir, âdeta ilâhî azamet karşısında bir körebe oyununun içindedir, demektir. Onun için en mühim mesele, kendimizi tanımak ve böylece Rabbimizi tanımaktır…
Kendini tanıyanlar, hiçbir zaman kibre ve gurura düşmez, bilâkis tevâzularını artırırlar. Büyük Anadolu velilerinden Yûnus Emre bu konuda şöyle der:
Gönül pasın yudunısa
Kibr ü kini kodunısa
İkrar bütün olmayınca
Erden nazar olmayısar
Rabbimiz, bizleri kibir ve gurur şaşkınlık ve şımarıklıklarından muhâfaza buyursun!